Paylaş
Geçen yıl Kobani konusundaki kısa sohbetimizi hatırlattım ve bu kez “Türkiye ile ABD’nin Carablus’dan itibaren uzanan 98 kilometrelik alanı IŞİD’den temizlemek için ne tür bir işbirliği yapacaklarını” sordum.
General John Allen, çok kısa süre öncesine kadar, “IŞİD’e karşı Uluslararası Koalisyon”da “Obama’nın Özel Temsilcisi” sıfatı ile Irak ve Suriye topraklarında “İslam Devleti”ne karşı yürütülen “askeri mücadele”nin “başkomutanı” konumundaydı. Tüm askeri planlardan birinci derecede haberdar olan hatta onları hazırlamaktan sorumlu olan kişiydi.
“Başkan Obama, sahaya yani karaya üniformali Amerikan askeri sokmamaya kararlı. Türkiye’nin karadan Suriye topraklarına girmesi de söz konusu olmadığına göre, IŞİD’i hem John Kerry’nin söylediği, hem de sizin Halifax’ta tekrarladığınız ‘Kuzey Suriye sınırının son 98 kilometrelik bölümünden çıkarmak nasıl olacak?” dedim.
General Allen’ın verdiği cevap üzerine kısa konuşmamızdan yola çıkan bir yazıyı yazıp, göndermek üzere güne başladığım anda, Rus uçağının Yayladağ yakınında düşürüldüğü haberini gördüm. Putin’in açıklamasını okudum. Ardından Sergei Lavrov’unkini.
John Allen ile ayaküstü kısa sohbetten yola çıkarak, Washington’dan yazılacak yazı, daha yazıya oturmadan önce, önemi ve anlamı bakımından buharlaşmış, yok olmuştu.
Dışarıdan, sokaktan gelen siren sesleri, Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın, o sırada bulunduğum Georgetown’a oldukça yakın sayılabilecek mesafedeki Beyaz Saray’a gittiğini haber veriyordu.
Dünyayı sarsmış olan Paris saldırılarının ardından, Hollande’ın günlerdir beklenen ziyaretiydi. Obama’nın Antalya’dan başlayan uzunca dış gezisinin ardından Washington’a dönüşü beklenmişti.
Hollande, Beyaz Saray’ın ardından Putin’le konuşmaya gidecekti. Ve, daha Beyaz Saray’a varmadan, Obama’nın ardından görüşeceği Putin, gerek ABD ve gerekse Fransa için, IŞİD’e karşı hayati önemde olan “NATO müttefiki” Türkiye’yi “Rusya’yı sırtından bıçaklamak” ile “IŞİD’le işbirliği yapmak”la suçlamış ve Rus uçağının düşürülmesinin sonuçlarının “Türkiye için ağır olacağını” söylemişti.
Türkiye-Suriye sınırından gelen haber ve bunun tetiklediği gelişmeler, Obama-Hollande zirvesini bir anda “gölgelemiş” görünüyordu.
NATO Konseyi, Türkiye tarafından Brüksel’de olağanüstü toplantıya çağrılmıştı.
Ve, ben de bu yazıyı, Obama ile Hollande’ı görüşmelerinin ardından yaptıkları ortak basın toplantısında dinlerken yazıyorum. Rus uçağının, iki Türk F-16 uçağı tarafından, “angajman kurallarını ihlal ettiği” gerekçesiyle düşürülmesi üzerine tetiklenen gelişmeler, nereye varacak? Obama-Hollande görüşmesinden edinebileceğimiz izlenim ile bu sorunun cevabını nasıl verebiliriz?
Bu satırların yazıldığı anda herşey çok sıcak. Serinkanlı ve isabetli bir “gelecek tahmini” yapmak şu an itibarıyla çok zor. Yine de, üzerinde durmaya değer, bazı gözlemlerimizi ifade edebiliriz…
Önce bir can alıcı soru: Kuzey Atlantik Paktı’nın en can alıcı maddesi olan 5. Madde, “NATO müttefiki” Türkiye’yi korumak için “Rusya tehdidi” karşısında harekete geçirilebilir mi?
5. Madde, İttifak’ın 60 yılı aşan ömründe bir kez, o da ABD için, 11 Eylül (2011) üzerine harekete geçirildi. Yani, tüm ülkelerin Rusya karşısında Türkiye’nin yanında “savaşa girmiş” saymalarını beklemek hayalperestlik olur.
Bununla birlikte, Obama-Hollanda basın toplantısında, Rus uçağının düşürülmesi olayında, Obama’nın Türkiye’yi kollar bir dille konuştuğunu görüyorum. Rusya’ya “eleştirel” dille yaklaşıyor.
Ancak, “Konuyu önümüzdeki günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşeceğim… Tüm ayrıntıları henüz incelemedik… Tarafların tırmanmadan kaçınması gerekir… Koalisyon Rusya’ya açıktır” gibi cümlelerinden, “ibresi Türkiye’ye eğik” duran bir “orta yol” yaklaşımı benimseme eğiliminde olduğu sezilebiliyor.
Nitekim, NATO, Türkiye’nin yanında dururken, taraflara “itidal” tavsiye etti.)
Obama, Rusya’dan “stratejik dönüş” (strategic shift) beklentisini birden fazla kez vurguladı. Ruslardan talep ettiği iki nokta var: 1) Bir Suriye “ulusal birlik hükümeti”nde yer almaları söz konusu olan “ılımlı muhalifleri” vurmak yerine, IŞİD’i daha fazla vurmaya ağırlık vermeleri; 2) Başşar Esad’ı kollamaya ağırlık vermek yerine, “Viyana Süreci”ne daha fazla yönelmeleri.
Yayladağı-Bayırbucak mıntıkasında Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından, Putin’in ABD ve Batı’ya karşı oynayacağı koz da tam bu iki noktada olabilir: Rusya’nın ateşgücünü, Halep-İdlib-Lazkiye hattında Türkiye ile Katar desteğinde hareket eden “muhalif güçler” üzerinde arttırarak kullanması ve böylece Esad rejimini daha da sağlama alması ve dolayısıyla “Viyana Süreci”ni tıkayabileceği sinyalini vermesi.
ABD ve müttefiklerinin elinde, şu sıra Viyana dışında başka bir “proje” yok.
Gözlerden kaçan ya da gereği ölçüde değerlendirilmeyen bir gelişme, Putin’in Tahran’a gidip, Hamenei tarafından kabul edilmesi ve iki ülkenin Esad’a arka çıkışı oldu.
Son gelişmeden sonra, Suriye Kürtlerinin YPG üzerinden IŞİD’e karşı ABD işbirliğindeki mücadelesi, kesin ve açık bir Rusya-İran desteğini alabilir. Türkiye’nin ilgili olduğu “Kürt sorunu”nun başka tür bir “bölgesel denklem”’in içine yerleşmesi sonucu doğabilir.
Putin’in Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a benzeyen yanlarından biri ve belki de en önde geleni, “zayıf görünmeye ve zaaf göstermeye tahammülü olmaması” ve “güç gösterisi”yle gerek iç ve gerek dış politikada ağrlık sahibi olmaya bakması.
Dolayısıyla, bir Rus savaş uçağının Türk savaş uçakları tarafından düşürülmesini sineye çekebileceğini beklemek gerçekçi olmaz.
Putin, bir Rus uçağının düşürülmesi üzerine, Türkiye’nin ötesinde, tüm bir Batı dünyası ve kendi iç kamuoyu nezdinde kendisini “madara” edilmiş olarak hissedecektir.
Bir yerde, bir şekilde “güç göstermesi” ihtiyacı her zamankinden fazla artmıştır.
Rusya Parlamentosu’nun Uluslararası İlişkileri Komitesi’nin başkanı Alexei Puşkov, “Ankara, açıkçası hasmane davranışının Türkiye’nin çıkarları ve ekonomisi bakımından sonuçlarını iyice tartmamış görünüyor. Sonuçları çok ciddi olacak” dedi.
Türkiye, Rusya’ya “enerji bağımlısı”. Rusya’nın bu “ekonomik” kozundan gayrı üzerinde asıl durulması gereken, Putin’in “19. Yüzyıl jeopolitiği”ne dönme eğilimi olmalı. ”Realpolitik” ve “Güçlü olan haklıdır” anlayışını yansıtan bu eğilimi göz önüne alırsak, Rusya ile Osmanlı dönemindeki çekişmelerin, önümüzdeki dönemde yaşanmaya başlanması ihtimalinin üzerinde durabiliriz.
Bu, Türkiye’yi NATO’ya her zamankinden daha bağımlı hale getirecek, dış politikada “özerk manevra alanı”nı bir hayli kısıtlayacak ve Moskova-Tahran hattını, bölgede Türkiye’nin karşısına belirgin biçimde yerleştirecek ipuçlarını taşıyor.
Bir “klişe”yi tekrarlamanın belki de zamanıdır:
Türkiye için hiçbir şey, 24 Kasım 2015’ten itibaren öncesi gibi olmayacak.
Rusya ile ilişkiler bakımından, 21. Yüzyıl’da önümüze bakalım derken, kendimizi 19. Yüzyıl’a dönmüş de bulabiliriz.
Paylaş