Paylaş
Uluslararası ilişkilerde dersimiz “Realpolitik” ise, “ideolojik tercihler”in yerini “Realpolitik hükümleri”ne tabi kılmasını çalışıyorsak, ders kitabını açıp “Türkiye-İran ilişkileri” bölümünü okumamız gerekiyor.
Her iki ülke, başlarında kim bulunursa bulunsun, ne tür rejimlere sahip olurlarsa olsunlar, ilişkilerini “Realpolitik”e göre belirleme ve yönlendirmenin birer parlak örneğini oluşturuyorlar.
Bu durum, neredeyse, 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Anlaşması’ndan beri böyle. Kasr-ı Şirin, “Sünni merkez” Türkiye (Osmanlılar) ile “Şii merkez” İran (Safeviler) arasında Irak (Mezopotamya) üzerindeki çekişmeye sınır çizerek nokta koymuştu.
Türk ve İran diplomasisinin 1639 Kasr-ı Şirin’i referans alması ve “ABD’nin kuruluşundan bir buçuk yüzyıl önce” göndermesi yaparak bir derinlik ve özgüven ifade etmesi çok da haksız değildir.
Türkiye-İran ilişkilerinde “Realpolitik hükümler”in “ideoloji”ye üstünlüğü yakın tarihte de her vesileyle ortaya konmuştur. Cumhuriyetçi Kemal Atatürk ile İran’da monarşi rejimi kuran Rıza Şah Pehlevi arasındaki “yakınlık” tarih kayıtlarındadır. Her iki ülkenin, “Meşrutiyet tecrübesi” eş zamanlıdır. Ama biri cumhuriyete, diğeri ise Pehlevi monarşisine evrilmiş, bu farklılık yakınlaşmayı engellememiştir.
Yakın tarihin en çarpıcı yakınlaşma ve işbirliği dönemlerinden biri 1980 sonrasına aittir. 1979’da İran’da “İslam Devrimi”nin ardından Humeyni’nin “İmam” sıfatıyla anıldığı, “Velayet-i Fakih” konumunun yani en yüksek siyasi otoritenin din adamı olmasını öngören yeni anayasaya dayanan “İslam Cumhuriyeti”nin kuruluşuyla, 1980’de Türkiye’de “katı laikçi” 12 Eylül askeri darbe rejimi de eş zamanlıdır. Bir tarafta İmam (Büyük Ayetullah) Humeyni, diğer tarafta Orgeneral Kenan Evren, Türkiye-İran ilişkileri hızla gelişmeyi sürdürmüştür.
Şu sırada “Sünni mezhepçilik”te bir hayli yol kat’etmiş olan Türkiye Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Şii devletin, din adamı cumhurbaşkanı Hasan Ruhani de, birbirleriyle elele kırmızı halı üzerinde yürüyecek kadar yakınlık ihtiyacını göstermişlerdir.
Tayyip Erdoğan, iki hafta önce, bugüne dek hiçbir Türkiye yetkilisinin yapmadığı biçimde İran’ı suçlayıcı sözlerinin ve Türkiye’ye adeta S. Arabistan’ın kuyruğuna takma görüntüsü veren bir dış politika sergiler olmasının hemen ardından günübirlik Tahran’a gitmiştir.
Üstelik, Tahran’daki çok sayıda parlamenterden yükselen “Gelmesin” tepkilerine, 65 milletvekilinin Ruhani’den “Erdoğan özür dilesin” çağrılarına rağmen gitmiş ve inadına –protokol gereği de olsa- ayaklarının altına “kırmızı halı” serilmiş, limuzinden indikten sonra Ruhani ile “kırmızı halı” üzerinde elele yürüme görüntüsü vermiştir.
Dahası, Ruhani refakatında, “Dini Lider” yani İran’ın “bir numarası” Khamenei tarafından da kabul edilmiştir.
Bütün bu görüntüler, Erdoğan’ın Ankara’da Suudi Veliahd Naibi Prens Muhammed Bin Nayif ile görüşmesinden 24 saat sonra cereyan etmiştir. Prens Muhammed, S. Arabistan’ın yeni yönetim yapısında “anti-terörizm faaliyetleri”nden sorumlu sayılıyor.
Dolayısıyla dünkü Wall Street Journal’da yer alan şu satırlar isabetlidir:
“Erdoğan’ın Tahran ziyaretinden hemen önce gerçekleşen bu sürpriz ziyaret, Yemen ve bölgede Türkiye ile S. Arabistan arasındaki ittifakının bir teyidi olarak görülüyor.”
Öyle. Erdoğan, bölgede ve uluslararası alanda, iktidarın dış politika yanlışlarından ötürü içine girdiği “değerli yalnızlık” konumunun para etmediğini fark etmiş durumda. “Yalnızlık”tan kurtulmak için, S. Arabistan’ın peşine takılmak ve Yemen’de “İran karşıtı” bir “militanlık” gösterisi yapmak fırsatını buldu.
Böylece, son birkaç yıl içinde Katar ile kurduğu ve bölgede kendini küçültmüş olduğu “eksen”in yerini “S. Arabistan önderliğindeki Sünni eksene katılmak” ile ikame etmeye çalışıyor. Bu değişiklikte, S. Arabistan’ın yeni kralı Salman’ın, “Müslüman Kardeşler”e karşı bir nebze esnekliği benimsemesinin önemli payı oldu. “Müslüman Kardeşler bağımlısı” Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, yeni Suudi Kralı’nın bu siyaset ayarlamasından yararlanıyorlar.
Suudiler, İran korkusundan ve Yemen’i kendi ulusal güvenlikleri için “birinci derecede tehdit” saydıklarından “Sünni birliği”nin başını çekme işine girdiler. Bunu yapmak için, Müslüman Kardeşler’e karşı bir nebze vidaları gevşettiler. Tayyip Erdoğan, bu sayede önce Riyad’a gitti; ardından Mısır ile durumun tamirinin yolunu araştırmaya başladı.
Yani, “Türkiye-Katar Sünni alt-ekseni”nin yerini “S. Arabistan öncülüğünde Türkiye’nin de yer aldığı Sünni eksen” almış halde. Bu “eksen”, Yemen üzerinden ama esas olarak İran’a karşı mevzilendi.
Bütün bunlara rağmen, Erdoğan’ın Tahran ziyaretini ve “kırmızı halı”yı nasıl okumalıyız?
İki tarafın aralarındaki ilişkileri 300 yıla yakın bir süredir gütmüş olan “Realpolitik hükümleri”ne uymaya devam etmesiyle. Ruhani’nin “Şiiliği”, Erdoğan’ın ise “Sünniliği” ikili ilişkiler bağlamında “askıya alması”yla.
İran, geçen hafta vardığı altı büyük Batılı güç ile vardığı nükleer uzlaşmanın ardından, aleyhindeki yaptırımlarla beslenen “uluslararası tecriti delmeye başladığını” ortaya koyuyor. Çin’den Avrupa’ya kendisine yeni bir manevra alanı açarak, S. Arabistan’ın başını çektiği “anti-İran ekseni” etkisizleştirmeye bakıyor. Türkiye’nin uzanan elini geri çevirmemiş oluyor.
Türkiye (Tayyip Erdoğan) ise, bir yandan S. Arabistan’ın peşinde zımnen anti-İran “Sünni eksen”de kendisine “rezervasyon” yaptırmak isterken, bir yandan da “yaptırımların kaldırılması” halinde “tecritten tümüyle çıkmış” bir İran’la girişilebilecek müthiş ticaret potansiyelini değerlendirmek istiyor.
Tahran’da önceki günkü Tayyip Erdoğan ile iki hafta önce Ankara’da İran’a ağır eleştiriler yönelten Tayyip Erdoğan’ın hiçbir ilişkisi yoktu. İki ayrı kişi gibiydi. İran’a yönelik eleştirel hiçbir dil kullanmadığı gibi, sanki ağzından bal damlıyordu. Yemen konusu başta olmak üzere, bölge çapında Türkiye ve İran’ın “ortak arabuluculuk girişimleri” yürütmesi gereğinden dem vurdu.
Asıl vurgusu ise iki ülke arasındaki ekonomik imkânlar ve ticaret hacmi üzerineydi. 30 milyar dolarlık ticaret hedefinin 14 milyarda kalmış olmasından ve bu rakamın 10 milyarının İran’ın Türkiye’ye ihracatı olmasından şikayet etti. Bunun sebebi olarak “yaptırımlar”ı gösterdi. İran’ın Türkiye’ye ihracatının yüzde 95’inin doğal gaz olduğunu, ancak bunun fiyatının çok yüksek olduğunu, fiyatın düşürülmesi halinde Türkiye’nin İran’dan daha fazla gaz alacağını söyledi.
Bir tür “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” yaklaşımı.
Tayyip Erdoğan, Riyad’dan Tahran’a siyaset “esnaf”ından biri ya da İranlıların gözünde bir “bezirgân” gibi dolaşıyor. Türkiye’nin bölge politikasına “esnaf dış politikası” görüntüsü kazandırıyor.
Bu politikanın “ustası” İranlıların kendisi. Uluslararası politikanın yeni “yükselen”i de İran.
Dolayısıyla, bu “Realpolitik oyunu”nda İran ağır basar. Erdoğan’ın pek sevdiği deyim, “Kazan-Kazan” burada işlemez.
O nedenle, İranlılar için de geçerli olan “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” hesabıyla, Tahran’da Erdoğan’ın ayaklarının altına serilecek “kırmızı halı”lara aldanmamak gerekir.
Suriye’de (ve de Irak’ta) IŞİD’e ve an-Nusra’ya etkili bir karşı koyuşa ayak sürürken, Yemen’de S. Arabistan’ın yönetiminde İran’a yönelik bir aktivizm ile, ne Ortadoğu’da ne uluslararası sahnede fazla yol alamazsınız.
Paylaş