Paylaş
1 Ağustos 1944’te patlak veren Varşova Ayaklanması’na imzasını AK atmıştır. Bizdeki ile ilgisi yok. “Anavatan Ordusu” anlamına gelen “ArmijaKrajowa”nın baş harfleri.
Polonya başkentine gelir gelmez, tarihi Bristol Oteli’nden oldukça yakın mesafedeki eski şehre doğru yürürken, çeyrek yüzyıldır Varşova’yı defalarca yaşamış biri olarak, sağ yanımda Vistül nehrini işaret edip, arkadaşlarıma, “Ayaklanma başladığında Sovyet Kızılordusu, şu gördüğünüz nehrin öte yakasında bekliyordu. İki ay boyunca, Naziler, Polonyalı vatanseverleri ezerken kıllarını kıpırdatmadılar” dedim.
Zaten İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Sovyet Kızılordusu, Vistül’ün öte yanına geçip, Polonya’da komünist rejimin kurulmasına önayak olmuştu. Bir yeraltı ordusunun efsanevi komutanı General Tadeusz Bor-Komorowski (1895-1966), Nazilerin elinden kurtulduktan sonra Londra’da yaşamış, iki yıl boyunca “sürgündeki Polonya hükümeti”ne başkanlık etmişti. Ülkesinin Nazizm ve komünizmden kurtuluşunu görmeye ömrü yetmedi.
Şu sıra AB’nin dönem başkanlığını yürüten Polonya’nın başkentinin makyajı bir hayli değişmiş ve yenilenmiş. Gece sıfır altına düşen soğuk bile, Varşova’nın yıllar içinde ne kadar yenilenmiş olduğunu görmemi engellemiyor. Bristol Oteli’nde tarihle oynaşmaya devam ediyorum. 1939’dan savaş sonuna kadar Alman işgalcilerini konuk etmiş olan otel, meğerse Birinci Dünya Savaşı sonrası, 18. Yüzyıl’dan sonraki ilk bağımsız Polonya Parlamentosu’nun açılışına da tanıklık etmiş.
Malum, Polonya, iki kez tarihten silinmiş ve büyük komşuları tarafından paylaşılmış bir ülkeydi. Bristol otelinde çok uzun bir süreden beri toplanan ilk bağımsız Polonya Parlamentosu’nda JozefPilsudski Cumhurbaşkanı, ünlü virtüöz piyanist Paderewski de Başbakan ve Dışişleri Bakanı olarak ilan edilmiş.
Otelin girişinde kocaman bir Frederic Chopin büstü dikkatimi çekiyor. Polonya’ya her geldiğimde gözlerimin aradığı AK’ın başkomutanı General Tadeusz Bor-Komorowski’ye ait bir anıtı nedense görmedim. Bu kez de göremiyorum.
Otelden çıkar çıkmaz, Polonya tarihi ile oynaşmamın yerini, Ortadoğu’nun, bu arada Suriye’nin geleceği hakkında yoğun tartışmaya dalmak aldı.
Bizim yılda en az iki kez toplanan “TrilateralStrategyGroup”un (Üçlü Strateji Grubu), 2011’deki son toplantısına ev sahipliği eden Porczynski Gallery binası da tarihi bir bina. Toplantıyı yaptığımız salonun bütün duvarları, içlerinde Rubens de bulunan 17. Ve 18. Yüzyıl ressamlarının dini içerikli, paha biçilmez tablolarıyla dolu.
Öyle bir atmosferde “GeopoliticsandStrategy in Revolutionary Times” (Devrimci Zamanlarda Jeopolitik ve Strateji” başlıklı iki günlük toplantıda, Türkiye’nin bölgesel yeni oluşumlardaki yerini ve rolünü, Arap Devrimi’ni ve Avrasya’yı, özellikle Rusya ve Çin’in konumu bağlamında tartışıyoruz.
Toplantının, Türkiye-Suriye ilişkilerinin daha da gerilmesinin hemen arkasına gelmesi, bu Kuzey Avrupa’nın dondurucu soğuktaki başkentinde “Güney”deki sıcak gelişmeler üzerinde yoğunlaşmamıza yol açıyor.
Baas rejimi son viraja giriyor
Öyle seziliyor ki, Suriye’deki Baas diktatörlük rejimi için (Esad hanedanı da diyebilirsiniz) “geriye sayım” artık başladı.
Bu “geri sayım”ı başlatan, bir başka deyimle “sonun başlangıcı”na işaret eden gelişme, Arap Birliği’nin Suriye rejimi ile ilgili aldığı “sekiz maddelik” karar. Bu sekiz maddelik kararın, özellikle üçüncü ve altıncı maddeleri önemli.
Altıncı madde, “Tüm Suriye muhalefet partilerini üç gün içinde, Suriye’deki bir geçiş dönemi için ortak bir görüş oluşturmak üzerinde anlaşmak amacıyla üç gün içinde Arap Birliği merkezinde toplanma”ya davet ediyor.
Ülke dışındaki Suriye muhalefeti, İstanbul’da “Ulusal Konsey” adıyla –Türkiye’nin geleneksel Suriye politikasından ayrılarak harekete geçmesiyle- zaten kurulmuştu.
Arap Birliği, attığı bu adım ile, Şam’daki Başşar Esad iktidarı üzerinden “Arap meşruiyet örtüsü”nü kaldırmış oldu ve bir bakıma Türkiye ile “siyasi eşgüdüm” yönünde bir adım attı.
Kahire’de alınan kararlardaki diğer çok önemli madde, “üçüncü madde”; bu maddede “Suriye Arap Ordusu, şiddete ve sivillerin öldürülmesine karışmamaya” davet ediliyor.
Bu, Suriye ordusunu, Esad’a karşı bir “askeri darbe”ye davet etmek gibi anlaşılabilir mi?
Böyle anlayanlar var. Ama şurası kesin ki, Suriye ordusu, ilk kez Arap dünyası tarafından bir “geçiş dönemi aktörü” olarak görülmüş oluyor. “Askeri darbe” çağrısı olsun olmasın, bu çağrı, ordunun bölünmesi için bir davetiye anlamına haliyle geliyor. Belki de, bir “Suriye’li Bor-Komorowski” aranıyor.
Suriye’de rejimin ömrünün kısalması için iki temel gelişme –ya biri ya da diğeri- zorunlu görülüyor ve bu “zorunluluğu” bana, Londra’dan Varşova’ya telefon ederek beni bulan etkili bir Arap gazete sahibi, eski bir dostum şöyle ifade etti:
1. Türkiye’nin Suriye’de bir “güvenlik bölgesi” ilan etmesi; bu yönde bir adım atması, Şam’daki rejimin ömrünü hayli kısaltacak bir sinyali Suriye halkına verir;
2. Suriye ordusunun parçalanması, rejimin baskı cihazlarından en önemlilerinden birinin elden çıkması olur, ki, bu da Esad’ın mukadder sonunu hızlandırmış olur.
Tarihin doğru tarafından durmak
Başşar Esad rejimine, Türkiye’deki karar verici tarafından “en az altı ay, ortalama iki yıl” ömür biçildiğinden haberimiz vardı. Son 48 saat içinde, tarih, beklediğimizden de hızlı akmaya başladı. Bu sürenin daha da kısalması ihtimali söz konusu.
Tabii, Suriye’deki gelişmelerin çok kanlı, bugüne dek olandan da daha kanlı biçimde bürünmesi de yabana atılmayacak bir ihtimal.
Ta Varşova’dan, Türkiye’yi, Suriye’yi, bölgeyi izlerken; yan gözle bu şehrin ve Polonya’nın tarihine bakıldığında, “zulmün asla kalıcı” olamayacağı görülüyor.
Hiçbir şey kalıcı değil. Yeter ki, tarihin doğru tarafında durulsun...
Paylaş