Paylaş
“’Nasıl olur’u yarın okuyacağız bakalım” dedi, takılarak. “Yarınki yazıda şöyle olur, böyle olur diye Nasreddin Hoca’nın ciğer tarifi yok; dış politika felsefesinin ne olması ve de ne olmaması gerektiğini yazdım” dedim.
Kulağıma eğildi, “Protokollerin geçmesi lâzım. Hâlâ geç değil” diye fısıldadı.
Bence de öyle ama duruma “gerçekçi” baktığımızda “Karabağ ön şartı” getirerek Türkiye’nin dış politikasını Kafkasya’da Azerbaycan’a, yurt içinde “ulusalcı-milliyetçi” seçmen tercihlerine prangalayarak “dış politika popülizmi”ne sapan Başbakan’a ve kendi dış politika felsefesinden “kayma” görüntüleri veren Dışişleri Bakanı’na bakarak, bu konuda pek iyimser olduğumu söyleyemem.
Evet,şu gelinen noktada “dış politika nasıl olmalıdır” sorusunun somut, doğru ve ilk cevabı, “Protokoller”i bir an önce TBMM’den geçirmektir.
Başbakan, “Protokoller”i “Karabağ ön şartı”na bağladıktan sonra böyle bir adımı atmak yanlış olmaz mı?
Hayır, olmaz. Çünkü, yanlış olan zaten “Protokoller”i “Karabağ ön şartı”na bağlamak idi. Böylece, atılan “yanlış adım” ortadan kaldırılmış olur.
“Protokoller”in TBMM’den geçirilmesi, şu anda tıkanmış Türk dış politikasına “inisyatif üstünlüğü” kazandırır, ki bunun da soykırım yasa tasarılarının çeşitli parlamentolara gelmesine “caydırıcı” bir etkisi bile olabilir; tıpkı geçen yıl Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde “normalleşme” ihtimalinin ivmesiyle, konunun Kongre’ye getirilememesinde ve Başkan Obama’nın “soykırım” sözcüğünü 24 Nisan’da telaffuz etmekten vazgeçmesinde olduğu gibi.
*** *** ***
Başka?
Bu çerçevede, geri çağrılan büyükelçiler görev yerlerine gönderilmelidir. 24 Nisan öncesinde Amerika’da Türkiye’nin dış politika hedeflerini en uygun ve etkili biçimde muhataplarına aktaracak olan Büyükelçi Namık Tan. Onun Ankara’da geçirdiği her gün, asıl çalışma alanından onu uzak tutmak ve “sahayı boş bırakmak” anlamına geliyor.
Şu sırada “ABD’ye posta koymak” tavrı, iş dünyasının ABD ile ilişkilerini askıya almasına ve Washington temaslarına ambargo koymaya kadar varıyor. “Ulusalcı-milliyetçi söylem” ve politikanın vardığı noktaya bakın; bugünün dünyasında böyle dış politika olur mu?
Ayrıca İsveç ile Türkiye-İsveç Zirvesi vakit geçirmeden canlandırılmalıdır. Avrupa Birliği’nde 1999 yılından beri Türkiye’yi en hararetle desteklemiş olan İsveç hükümeti ve başta Dışişleri Bakanı Carl Bildt’i kendilerinin de karşı olduğu ve karşı oy kullandıkları bir yasa tasarısından ötürü adeta “cezalandırma”nın Türkiye’nin AB politikasına ne yararı vardır; anlamak mümkün değil.
Hafta sonunda Ahmet Altan, dış politika açısından mevcut çerçevenin dışına çıkacak bir “deli” arandığını yazmış ve şu ilginç satırlara yer vermişti:
“Vatandaşlar suç işleyebilir ama devlet suç işleyemez diyecek bir lâzım. Ermeniler suç işlerse yakalarsın, Ermeniler adam öldürmüşse yargılarsın ama ‘devletsen’ eğer onları öldürmezsin, devletsen eğer sen suç işleyemezsin. Suç işleyen vatandaşı ‘devlet’ yargılar, suç işleyen ‘devleti’ dünya yargılar. Bugün Ermeni meselesinde başımıza gelen budur.”
Evet, budur.
Olan-biteni başka sözcüklerle de ifade edebilirsiniz ama işin özü itibarıyla olan budur. Türkiye hükümeti, savaş sonrası kurulan ve “Tehcir” sorumlularını “Divan-ı Harp”a gönderen Osmanlı hükümetinin bile yapmadığını yapıyor ve savaş sırasındaki Talât Paşa başkanlığındaki Osmanlı hükümetinin yanlışını üstlenmeye niye kalkıyor; anlamak mümkün değil.
Tayyip Erdoğan hükümeti, 1915’e kendisinden önceki hükümetlerin yaklaştığından farklı yaklaşmaz ise,bildik ve bugüne dek “vicdani” ve “ahlâki” hiçbir yaklaşım gütmeyen ve bu yüzden de uluslar arası alanda Türkiye’yi hiçbir yarar sağlamayacağı kanıtlanmış olan tavrı benimsemekte niçin ısrar ediyor?
Bu sürdürülemez tavır, zincirleme dış politika hatalarını da beraberinde getiriyor üstelik. Türkiye’yi bırakın dünyada, en başta kendisine dost ve müttefik ülkeler nezdinde de zayıflatıyor ve yalnız bırakıyor, bizzat Tayyip Erdoğan’ın “varoluşu”nu tehlikeye sokacak “içe kapanma”ya yol açıyor.
*** *** ***
Washington’dan yazan Ömer Taşpınar, dünkü Sabah’ta “Popülist dış politikanın sakıncaları” başlıklı yazısında şu önemli hususlara değiniyordu:
“Eğer Türkiye bu gidişatta devam ederse Batı ile ilişkilerinde ‘sanal’ değil ‘gerçek’ ve ürkütücü bir ‘eksen kayması’ yaşayacak… Çünkü söz konusu kayma Kemalist-laik kesimin o çok korktuğu ‘İslâmcılık’ nedeniyle olmayacak… Bugün geldiğimiz noktada (eksen kayması) Türkiye’de ‘İslâmcılık’tan çok daha güçlü bir toplumsal zemini olan ‘ulusalcı-milliyetçi’ taban üzerinden yükselen bir ‘eksen kayması’ anlamına geliyor… Eğer AK Parti Ermeni meselesinde gösterdiği tepkinin dozunu doğru bir şekilde ayarlama becerisini gösteremezse sadece bahsettiğimiz bu ulusalcı ve milliyetçi dalganın altında kalmaz. Aynı zamanda eksen kayması senaryoları gerçek olur ve Türkiye demokrasiye en çok ihtiyacı olduğu şu günlerde dış politikada gereksiz yere Batı’dan uzak tehlikeli bir koridora girer.”
Niçin “böyle dış politika olmaz”ın en çarpıcı gerekçesi bu işte. Gireceği “tehlikeli koridor”da “demokrasi”nin de tehlikeye girme ihtimali.
Peki, şu dönemde “nasıl bir dış politika olmalı”nın cevabı için ise, yazının başına dönünüz…
Paylaş