Paylaş
Bu satırlar Ufuk’tan. Ufuk Güldemir. Bir yıldan biraz daha az bir süre önce göndermişti bana. İmkansız bir kanser tedavisi için Amerika’ya gittikten hemen sonra aramızda başlayan coşkulu yazışmadan.
Bu mesajını alır almaz, Haziran 2006 sonunda ben de ona şunları yazmışım:
“İç sesim, senin bu illeti döveceğini hep bana söyledi durdu... Senden aldığım son mesajdan sonra hafif bir uçarılık kapladı içimi. Ne yalan söyleyeyim, avlarını da yazıya dökmeye başladığını sezinlemiştim. O yüzden sana, birşeyler çiziktiriyormusun diye de sormuştum, bundan önceki mesajımda... Bir önerim var –muhtemelen zaten öyle yapıyorsundur ya- şu, senin Milliyet mi, Hürriyet mi, bir Pazar ekinde çıkan, o kutup ayısının gez-göz-arpacık menzilindeki tasvirini yaptığın yazıyı hatırlarsın. O ‘masterpiece’,.. vuracağın hayvan ile, ölümüne yakın, kurduğun olağanüstü sevecen, duyarlı ilişki ve algılama vardı o satırlarda. Şimdi o trofesini duvara asacağın illet, ölüm kavramıyla ilgili beynini mutlaka işgal etmiştir. Avcının gözlerinde okuduklarınla, beyninden geçirdiklerinin üzerinde kelimelerle yapacağın dans, ölümsüz bir metin çıkartır ortaya. Herhalde, bu konuyla oynaşıyorsundur...
Hani, insan benim durumumda olan bir kıskanır mı diyeceksin ya; Ulan, galiba seni şu ara kıskanıyorum. Ve, tabii, bu tür kıskançlığım seni sevgiyle kucaklamama engel teşkil etmiyor...”
Bal gibi biliyorduk, ilerlemiş pankreas kanserini yenme trofesinin duvara asılmasının pek mümkün olmayacağını. Ve, adım gibi biliyordum, Ufuk’un gittiği yere kadar, her zaman yaptığı gibi müthiş bir süratle, muhteşem bir koşu yapacağını ölüme giden yolda. Yüzünde eksilmeyen gülümsemesi, bilgelikle muzipliğin inanılmaz bir bileşimi olan gülen gözleri, dimdik özgür başıyla, süreyi uzatarak, hızla koşacağını.
Öyle yaptı.
Uzun mesafe koşusunun son düzlüğünde finişe kalkan bir atlet gibi koştu. Her gününü doldurarak, hepimizi, ölümsüz anılarla defalarca doldurarak.
*** *** ***
Geçen yılın Eylül sonlarında, Türkiye’ye döndüğünde karşılaştığımız ve kucaklaştığımız an, ilk sözü, “Yazdım. Kitabı tamamlamak üzereyim” oldu.
Eğer, Türkiye’nin Ernest Hemingway’e benzer bir yaşam ritmi ve kalem inceliği olan tek bir kişisi varsa, o, oydu; Ufuk Güldemir...
Yaşamı rengarenk, öylesine gözüpekçe, keyfin son damlalarını damıta damıta yaşarken, ölüm parantezinin ucunu öylesine berrak ve hızla gören ve üstelik olağanüstü yaratıcı bir beyne, hayal gücüne ve kıvrak bir kaleme sahip olan o olduğu için.
Zamanın kısaldığını karşılıklı bildiğimiz için, eski ritüellerimizi tekrarlamaya anında karar verdik. Cağaloğlu’nda esnaf lokantalarına pilav-yoğurt yemeye giderdik. Başlangıçtan sonra ana yemek? O da pilav-yoğurt...
Kimisini yerine getirdik. Kimisini borçlandık.
Yaşam, ölüme giden koşuda, kaçınılmaz borçları ardında bırakıyor. Hele, Hasan Cemal’in tanımıyla “Hayat, Ufuk’un hızına yetişemedi” cinsinden olursa.
Devrimciler hızlı olurlar. Ufuk, siyaset kulvar anlamında bir devrimci değildi belki ama hayatın ve mesleğinin devrimcisiydi. Çarpıcı öngörüsüyle, dünyanın gidiş yönünü bizim meslek çevresinde en çabuk kavrayanların başında geldi. O nedenle, Türkiye’nin değişim ve dönüşüm güzergahında yerini çok öncelerde aldı. Ön saflarında. İnternet haberciliğini bu ülkede Habertürk ile o başlattı.
Birileri, kendilerince askere yaranmak amacıyla beni meslek dışına itmeye kalktıklarında mesleki cankurtaran simidini ilk o uzattı. Habertürk internet sitesinde beni köşe yazarı yaptı.
Ve, bir yaz gecesi İstanbul’dan kilometrelerce uzaktayken, bana telefonla ulaştı; çocuksu bir sevinçle Habertürk televizyonunu başlatacağını ve beni oraya saat başı haber yorumu yapmak için oturtacağını müjde olarak bildiriyordu.
Ataköy marinasında bir depoyu andıran binanın giriş katına girdiğim anı unutmam mümkün değil. Sanki bir bombardımandan arta kalmış bir yıkıntı görüntüsü arasında, dekor kurmaya çalışıyor ve büyük bir sevinçle, “İşte burada çalışacaksın, hep birlikte burada olacağız” diye heyecanla göreve başlamam için beni ikna etmeye çabalıyordu. Peki, ne zaman başlayacaktık?
“Yarın!” Ufuk, ertesi gün o tuhaf yerde yayına başlamanın düşünü kuruyordu. Devrimcilik ve hayal gücü oydu işte. Başladık!
*** *** ***
Ufuk için, nice güzel ve önemli tanımlama yapılabilir ama onun bir “sivil demokrat duruş”un boyuneğmez öncülerinden biri olduğu unutulursa, “roman kahramanımız”a büyük haksızlık yapılmış olur.
28 Şubat’ın karanlık günlerinde dik duran belki de tek büyük basın yöneticisi oydu. O günlere ilişkin bir yazımda, onun bu özelliğini satırlara geçirmemiş olmama isyan etmiş ve sözünü, kalemini esirgemediği için Habertürk’te “Cengiz Çandar Seni İtham Ediyorum...! Unutma” başlıklı bir “öfke manifestosu” kaleme almıştı.
“Cengiz Çandar’ın yazısında bir eksik vardı. O da, medyada üst düzeyde görevde olmasına karşın; emsalleri gibi andıça boyun eğmemiş ve bunu yayınlamamak için direnmiş, andıçı elinin tersiyle itmiş medya yöneticilerine şükran borcu. Cengiz Çandar’ın bunu gözardı etmiş olmasınının bu satırların yazarını yaraladığını ifade edeyim... Bu meslekte ne kadar çaput varsa, o kadar da adam var...
Peki Cengiz Çandar sana ne oluyor?
Bir teşekkürün yok mu, namlu ucunda ‘yalan haber yayınlamam’ diye direnmiş şu garip Schindler’e?
Seni ‘İTHAM EDİYORUM’ Cengiz Çandar.
Suçun unutmak.”
Böyle yazmıştı. Yazının tarihi, pankreas kanserine yakalandığını öğrendiği günün ertesi!
Hemen cevap yazdım:
“Ufuk Güldemir, söz konusu tarihte Star televizyonunun başındaydı. Kendisine de andıçı yayınlamak üzere baskılar olmuş ve direnerek yayınlamamış. Ancak, ben, bunu bilmiyordum. Habertürk’teki yazısı nedeniyle öğrendim. Dolayısıyla, unutkanlıktan dolayı değil, bilgi eksikliğinden ötürü kendisine hakkı olan teşekkürü iletemedim. Bu vesile ile hem kendisinden özür diliyor, hem de teşekkür ediyorum.”
Şimdi özür dileme sırası sende “garip Schindler”.
Bizi “Ufuk’suz bir hayat”a terkettiğin için!
Ve, “unutmadan” sana bir teşekkür daha:
Bize, bugüne kadar “Ufuk’lu bir hayat” yaşattığın için!
Paylaş