Paylaş
Bir Yeni Delhi gecesinde, İstanbul’da henüz akşamüstü iken, Tuba Çandar’dan mesaj geldi. Hrant’ın kızı ve torunuyla birlikte ziyarete gitmişler Baron Seropyan’ı.
Son günlerini yaşadığını ailesi, yakın çevresi, dostları, onu tanımış olan herkes biliyormuş. Daha iki-üç hafta kadar önce teşhisi konulan hastalığı inanılmaz bir hızla ilerlemiş. Cumartesi günü evinde salona oturtmuşlar. Şuuru kapalıymış ama aile fertlerinin arasında oturuyormuş işte. Karım, yurt dışından gelir gelmez ve durumunu öğrenir öğrenmez gittiği evinde, Baron’un yanına geçmiş ve kolunu tutarak yanında otururken, dokunduğu kolun giderek soğuduğunu hissetmiş. Herşey on-onbeş dakika içinde olup bitmiş. Ve Baron Sarkis Seropyan, aile fertlerinin arasında, kendisinin adeta vedalaşmak üzere yanıbaşına dizdiği dostlarının arasında çıkmış sonsuz yolculuğuna. Ölümün hayatla içiçeliğini öğretmek istercesine...
Bir halk adamıydı. Bir bilge adamdı. Öyle bir adamdı ki, her kim onu tanıma şansı edinmiş ise, ona kendisini sevmek ve saymaktan gayrı seçenek bırakmamıştı.
Surp Vartanans Kilisesi’ndeki o mükemmel koronun ilahîleriyle taçlanan cenaze töreninde Ermenice ve Türkçe çok güzel bir konuşma yapan papazın, “Onun yaşam dönemini paylaşmak bizler için bir şans, ondan artık mahrum kalacağımız için büyük bir üzüntüdür” sözleri tam tamına anlatıyordu durumu.
Feriköy’deki kiliseden çıkıp, kalabalık bir topluluk olarak Ergenekon Caddesi’ni boydan boya yürüyerek gittik Agos’un önüne.
Daha doğrusu eski Agos’un. Agos, kısa süre önce yeni yerine, Hrant Dink Vakfı ile birlikte paylaştığı yeni binasına taşınmıştı. Sarkis Seropyan ise, Hrant ile birlikte var ettikleri Agos’un yer değiştirmesine belli ki razı olmamıştı. Agos’un yeni yerine ilk kez ayak bastığı gün yere yığılmış, hastalığı ilk kez orada ortaya çıkmıştı.
Baron, bizi, Ergenekon Caddesi’nden yürüyen kalabalığı, Hrant Dink’in vurulduğu kaldırıma, eski Agos’un, onun Agos’unun önüne taşıdı. Sakallarının kırçıllarının aşağıda toplananların yüzüne değecek kadar canlı göründüğü ve üzerinde Ermenice-Türkçe “Güle Güle Baron Sarkis Seropyan” yazılı, dev bir fotoğrafının yer aldığı kocaman bir afiş asılmıştı Baron’un her daim kurulduğu birinci kattaki penceresinin önüne.
Yan gözle Rakel’e baktım. Sekiz yılı aşkın süre önce kocasının vurulduğu, anı kitabesinin yerleştirdiği noktanın dibinde bu kez sakin, en gösterişsiz haliyle Sarkis Seropyan için dikilmiş, Baron için yapılan konuşmaları dinliyordu.
İçimden “Galiba Hrant’ın Agos’unun veda toplantısındayız” duygusu geçti. Hrant, o kaldırımda vurulduğu vakit bile öyle bir duygu olmamıştı. Olmamıştı, galiba, Sarkis Seropyan’ın varlığı öyle bir duyguya kapılmaya engeldi.
Agos’ta sol taraftaki koridorun sonundaki oda Hrant’ın idi, ilk odada ise camın önünde Baron Sarkis otururdu. O, orada oturdukça, “kurum” yerli yerinde duruyor gibi gelirdi insana. İnsanoğlu fanidir, kurumlar ise yaşarlar, diye bilirdik.
Onu son kez, son 19 Ocak’ta yani Hrant’ın ölüm yıldönümünde Agos’ta her zaman kurulduğu, o soldan birinci odadaki, pencerenin yanındaki koltukta görmüştüm. “Baron” demiştim, takılarak, “seni görmeden buradan geçer miyim hiç? Bağlılıklarımı bildirmeye geldim!” Tüm halk bilgeleri gibi çok nüktedan, sevecen bir insandı. Her seferinde olduğu gibi sevimli şakalarıyla sarıp sarmalamıştı beni.
İç bilgi olarak galiba herkes farkındaydı ki, Baron’un kendisi “kurum”du. Agos’a ayak basmak demek, Sarkis Seropyan adındaki “kurum”a uğramak anlamına da gelirdi. Sarkis Seropyan, Hrant’a duyduğu dostluk ve inançtan ötürü 60 yaşından sonra, onunla birlikte Agos’un kurucuları arasında yer almış, gazeteciliğe öyle başlamıştı. Yani, şunun şurasında topu topu 20 yıllık gazeteciydi.
Kendisini pek de gazeteci saymazdı. Çok uzun yıllar tesisatçı olarak hayatını kazanmıştı. İyi bir buzdolabı tamircisi olmalı. En iyi bildiği özelliğin, toprak, masal ve destan bilgisi olduğu ve dolayısıyla ihtisasının “adam olmak” olduğu, kendisini birazcık tanıyan hemen herkesin ortak kanaatiydi.
Agos, yeni yerinde yaşayacak olan ve yaşaması gereken bir organizma olarak artık hem Hrant’ın, hem de Baron Sarkis’in geleneğini yaşatmak gibi bir misyon üstlenmişe benziyor.
Yeri dolmaz ama... Nasıl “Ağrıdağı Efsanesi”nden, “Binboğalar Efsanesi”ne Anadolu destanlarına can veren Yaşar Kemal’in yeri dolamaz ise, Sarkis Seropyan’ın yeri de dolmaz.
Celal Başlangıç, T24’te ortak anılarına yer verirken, 2004 yılında birlikte katıldıkları "Masalların Düğünü" adı altındaki etkinlikten söz etmişti. Baron, "Ermenice Masal" üzerine olanın anlatıcısı imiş.
"Bana masal anlatılmadı" diye başlamış konuşmasına. "Bana anlatılan masal, Tehcir’de Karadeniz sahilinde başlayan, Eğin'de süren ve Malatya'da bir yetimhanede noktalanan bir yol hikayesiydi. Annemin, anneannemin, teyzelerimin ve dayımın geçtiği yoldan bahsediyorum. Hep bunu anlattılar bana. Gece uyumam için ninni yerine bunu anlatırdı annem, anneannem. Sonra başka bir ülkede dayımı buldum. O da aynı masalı anlattı bana. Bu masalı size anlatmak istemiyorum, sizi üzmek istemiyorum. Çünkü gerçekten ağır masal" diye devam etmiş.
Etkinlik boyunca bütün masalları anlatmış Seropyan. “Fazilet ve alçak gönüllük anası, üreme ve bereketli sular tanrıçası Anahit'i...
Ermenilerin fırtına, yağmur, bulut, ateş, güç ve zafer tanrısı Vahakn'ı... Ermenilerin en eski tanrılarından Ara ile Asur Kraliçesi Flamiram'ün, yani Semiramis'in öyküsünü...”
Anadolu’nun sonsuz masal bahçesinden Ermeni masallarını kim taşıyacak bu ülkenin gelecek kuşaklarına Baron’dan sonra?
Bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, ben, artık bundan sonra hiç kimseye “Baron” diye hitap edemeyeceğim.
“Son Baron” gitti.
Agos’un Tweet’i ne güzel ifade etmişti:
“Sarkis Seropyan: Geldi, anlattı, gitti...”
Paylaş