Paylaş
TÜSİAD ise yayınladığı açıklamada, Fransa’nın AB katılım sürecinde Türkiye’ye karşı takındığı tavrı “patolojik” olarak niteledi.
Bir ülkenin liderinin, bir başka ülkenin lideri için “iki yüzlü” yakıştırmasını kullanması, o iki ülke ilişkilerini “kopartacak” önemdedir. Bir ülkenin en etkili kuruluşlarından birinin, bir ülkenin siyaseti için “patolojik” yakıştırmasını yapması, ilişkilerde “ağır” ve hatta üzerinden gelinemeyecek bir “kriz durumu”nu ifade eder.
Türkiye-Fransa ilişkilerinin, “ikili” ilişkilere ait nedenlerden değil, Türkiye’nin “AB’deki konumu” açısından olağanüstü sorunlu bir hale geldiğine kuşku yok.
Bu hal, Sami Kohen’in dün sorduğu soruyu anlamlı kılıyor: Türkiye’nin bu aşamada neyi hedef alması gerektiği; Fransa’yı mı? AB’yi mi?
Elbette, Sarkozy, Türkiye’ye karşı takındığı tavırda yalnız değil. Arkasına, Almanya’nın da desteğini almış gözüküyor. Angela Merkel’in Sosyal-Demokratlarla kurduğu koalisyon hükümeti, Türkiye konusunda Sarkozy kadar net bir tavır almasını engelliyor. Yoksa, bir Hristiyan-Demokrat Alman hükümeti, Sarkozy’dan de daha katı bir tavır takınabilir Türkiye’nin AB katılım sürecine.
Dolayısıyla, Türkiye’nin karşısında aslında Sarkozy yok; AB’nin bugüne dek “temel ekseni” olarak bilinen “Fransa-Almanya” ekseni var.
Konu, Türkiye olunca, bu “Fransa-Almanya ekseni”nin çevresinde Avusturya, Hollanda ve Danimarka gibi ülkeleri de sıralayabilirsiniz. Belli ölçülerde Yunanistan’ı ve gayet net biçimde Kıbrıs Rum Yönetimi’ni de bu “eksen”in “taşeronları” arasında görmek gerçekçi olur.
*** *** ***
Peki, bu durumda Fransa’yla imiş gibi gözüken “sorun” aslında AB ile mi?
AB, yukarıda sayılan ülkelerden ibaret de değil. Türkiye’nin yanında yer alan ülkeler de, “Birlik” içinde ve dünya politikasında hatırı sayılır ağırlığa sahip ülkeler. İngiltere, İtalya, İspanya ve İsveç bunların başında geliyor.
Bu açıdan bakıldığında, Fransa’ya kızıp, AB ile ilişkileri “dondurmak” veya “askıya almak” gibisinden, Türkiye’de kimilerinin öğütlediği türden bir “pozisyon” almak, tam anlamıyla “imama kızıp oruç bozmak”tan başka bir anlam taşımayacaktır.
Nitekim, Tayyip Erdoğan da, Sarkozy’yi “iki yüzlülük”le suçlarken, “Türkiye’nin AB hedefinin değişmediğini” vurgulamaya özen göstermiştir. Dışişleri Bakanı Ali Babacan da, “öfkeyle kalkan zararla oturur” anlamındaki Türk özdeyişini ima eden bir açıklama yaparak, Türkiye’nin AB Zirvesi’nin sonuç bildirisi çıktıktan sonra benimseyeceği siyasetin ipucunu verdi.
Buraya kadar sorun yok. Bundan sonrası için var. Ne yapılabilir?
Türkiye, “imama kızıp oruç bozmayacağı”na, “öfkeyle kalkıp zararla oturmak” istemediğine göre, bu “yaklaşım”dan “AB’ye karşı” bir pozisyon geliştirilmeyeceğine hükmedebiliriz.
Bu taktirde, “öfkenin tepkisi” münhasıran Fransa’ya, Sarkozy’yi mi “cezalandırmaya” yönelecektir? Ne de olsa, “gıcık olduğumuz” bir yeni ismi bulduk. Nicolas Sarkozy!
Bunun pek kolay olmadığını ve ayrıca “istenen sonuç”u muhtemelen vermeyeceğini bilmeliyiz. Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak ettiği 1908yılında, sokaklara insanlar dökülmüş, Avusturya’yı protesto etmiş ve Avusturya’dan “fes ithali” durdurulmuştu. O günden bugüne, aklımıza “ticari boykot” ötesinde ve bağırmak-çağırmaktan gayrı bir “tepki siyaseti” gelmiyor. Bunların bir sonuç verdiği de bugüne dek görülmedi.
Elimizi kolumuzu bağlayıp seyretmekle mi yetinelim?
Yapılması gereken, her vakit bu iki “ekstrem” arasında bir yer ve yol bulmaktır, ki, bunun adına “siyaset” denir. Türkiye, “AB yolculuğu”nda, tıpkı Kürt sorunu ve terör sorununun geldiği aşamada olduğu gibi “siyaset yapma”yı öğrenmek zorunda.
*** *** ***
Öncelikle, Sarkozy hakkında doğru bir algılama ve bilgiye erişmek zorundayız. Sarkozy, Fransa’nın kendisinin, uzun Chirac yıllarından sonra, bugüne dek pek görmediği bir lider tipi.
Geçen hafta Fransa’da, IFRI’nin (Fransa Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) TESEV’le birlikte düzenlediği Türkiye-AB ilişkileri ve Fransız politikasını konu olan paneller dolayısıyla, bir dizi Fransız şahsiyeti ve bizim diplomatlarımızla bu konuyu konuşma imkanı bulduk. Sarkozy’nin politikasının, Fransa’yı ya çıkaracağı ya batıracağı, orta yol bulunmadığı konusunda genel bir fikir birliği var.
Sarkozy, her şeyden önce “pragmatik”. Bu, fikrinin değişme yeteneğine işaret ediyor. Ayrıca, Fransa’nın bugüne dek rastlamadığı ölçüde “Transatlantikçi.” Bu da, Fransa ile ABD arasında –İngiltere ile de- bugüne dek Fransız liderlerinde pek rastlanmadık ölçüde bir yaklaşıma sahip olduğuna işaret ediyor.
Ayrıca, Türkiye’nin AB üyeliğinin Fransa’da referanduma sunulmasına ilişkin –sonucu belli- kararı ortadan kaldıracak anayasa değişikliğine hazırlanıyor.
Bu “olgular” çerçevesinde, yalnız AB’ye değil, Fransa’ya da ilişkin olarak, Türkiye’nin uzun vadeli, sabırlı ve en önemlisi “soğukkanlı” bir politika izlemesi gerekiyor. Şayet, AB’ye “katılım hedefi”, Türk dış politikasının “bir numaralı hedefi” olmaktan çıkmamışsa ve bundan vazgeçilmemişse.
İşimizi yapmaya devam etmeliyiz. Bu da, “demokratik reformlar”ın, yani Türkiye’ye “AB kalitesi ve düzeyi” getirmek görevini savsaklamamaktan ve bu konuyu, AB ve Fransa ile bir “al-ver” pazarlığından bağımsız hale getirmekten geçiyor.
Paylaş