Paylaş
Bu gibi konularda bilgisine ve bilgisi sayesinde öngörüsüne dayanılarak tahmin yapması için başvurulanların genellikle tahminlerinin önemli bir bölümünün tutmadığına değinmiştim.
Yazının yazılıp teslim edildiği tarih, 29 Aralık’tı; Referans’ın 30-31 Aralık tarihli sayısında yayınlandı. 30 Aralık sabaha karşı Saddam Hüseyin’in idam edildiği haberi geldi. 2006 daha bitmeden ve gazetelerde 2006’nın “en önemli olayları” ve bu arada “2007 tahminleri” zaten yayınlanmışken, 2006’nın aslında en önemli olayı ve belki de 2007’deki muhtemel gelişmeleri etkileyebilecek çok önemli bir gelişmesi, kendiliğinden “kayıt dışı” kaldı.
Saddam’ın yüz kızartıcı görüntülerle milyarlarca insanın belleğine yerleşen idamı gerçekmemiş olsaydı, ben, geçen hafta söz verdiğim gibi, bu hafta, kendi “tahmin isabeti”me ilişkin, “arşiv”den çıkarttığım bir örneği bu hafta sizlere aktaracaktım. Sözümü tutayım ve sonra tekrar Saddam konusuna dönelim...
*** *** ***
Önümde “Ekonomik Panorama” dergisi. Tarihi 24 Aralık 1989. Kapağın üzerinde kocaman bir soru işareti ve “Dünya ve Biz Nereye” yazısı. Altında da “Uzmanlardan Üç Senaryo” alt başlığı. “ABD liderliği bitiyor mu? Türkiye önemsizleşiyor mu? Tek Almanya yeni süper mi?” sorularına “uzmanlar” yazdıkları “üç senaryo” ile cevap aramışlar.
“Uzmanlar”a gelince, eski Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, eski Dışişleri ve Milli Savunma bakanlarından Ümit Haluk Bayülken, DEİK Genel Sekreteri Prof.Dr. Çelik Kurdoğlu,İKV Genel Sekreteri Haluk Ceyhan, ODTÜ’den Doç. Dr. Atilla Eralp, emekli büyükelçi Oğuz Gökmen, Haluk Gerger ve bendeniz.
1990’lara ayak basarken, bir buçuk ay önce gerçekleşen “Berlin Duvarı’nın yıkılması”nın heyecanı altında, gelecek senaryoları oluşturmamız istenmiş. 8 kişinin ürettiği 24 senaryo arasında “en isabetli’ olanının “övünme payı” çıkartarak bendenize ait olduğunu söyleyebilirim. Bana, yani sonradan “doğruluğu ortaya çıkan” senaryolara en fazla yaklaşanı ise Hayrettin Erkmen olmuş. İnanmayan, “arşiv”den dergiyi bulup baksın.
“Senaryocu uzmanlar”dan hiçbiri –iki istisna dışında- iki Almanya’nın birleşebileceğini, Berlin’in –benden gayrı hiçbiri- birleşik Almanya’nın başkenti olabileceğini kestirememiş.
Hayrettin Erkmen, “Bloklar geçicidir” ve “Ortadoğu müzmin sorun” diyerek doğru bir öngörüde bulunmuş ama “Paktlar hemen ölmez” diyerek, Sovyetler Birliği’nin ve onunla birlikte Varşova Paktı’nın iki yıl içinde dağılacağını görememiş.
Yine de, “Bloklar hep geçici olmuştur. Birleştiren şartlar değiştikçe, çözülmeler veya yeni yakınlaşmalar meydana gelmiştir. Günümüzde Doğu Bloku’nu doğuran ve birleştiren sebepler ve bağlar zayıflamaktadır. Yakın bir gelecekte, 2. Dünya Savaşı sonrası model yerini, şeni yapılaşmalara bırakacaktır. Buna bağlı olarak, Doğu Almanya’nın Doğu Bloku’ndan koparak Batı Almanya’ya doğru yol alması, belki yavaşlatılıp buluşma geciktirilecek, ama önlenemeyecektir” cümleleriyle “doğru”ya hayli yaklaşmış sayılır.
*** *** ***
Şu cümleler, 24 Aralık 1989’da benim kurduğum “senaryolar”dan:
“Almanya, başkenti Berlin olmak üzere birleşecek. EFTAülkeleri de “genişletilmiş AT’ye katılacaklar. Baltık ülkeleri ile Çekoslovakya, Polonya ve Macaristan’a “özel statü” tanınacak. Türkiye, Bulgaristan, Kıbrıs, Malta ve Fas ile tam üyelik müzakereleri başlatılacak... Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan kopması yüzünden...”
“NATO, ABD ve Kanada ile ortadan kalkmış Varşova Paktı’nın eski üyeleri dışınnda kalan AT üyesi Avrupa ülkelerinin bir siyasi tartışma ve ilişkir kuruluşuna dönüşecek... Baltık ülkeleri, Estonya, Litvanya ve Letonya, EFTA ile birlikte değerlendirelecek çünkü bu ülkeler Sovyet Federasyonu’nda zaten ayrılmış olacaklar....Türkiye, Bulgaristan, Kıbrıs ile Malta birlikte mütalaa edilecek. Kuzey Afrika’dan farklı bir statüde “bekleme odası”na alınacaklar...”
Pek fena sayılmaz değil mi? Unutmayın, tarih Aralık 1989!Daha Sovyetler Birliği olduğu yerde duruyor. Tıpkı Yugoslavya gibi. Türkiye’de Turgut Özal Cumhurbaşkanı, Yıldırım Akbulut Başbakan. Erdal İnönü, ana muhalefet, Süleyman Demirel, ardından geliyor...
2006 sonunda ise o tarihe adı sanı bilinmeyen Ahmet Necdet Sezer’in 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı süresinin dolmasına dört ay kalmış, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olup olmayacağı, 2007’ye damgasını vurmuş durumda. 1994’te adını beklenmedik bir şekilde İstanbul Belediye Başkanlığına seçilerek ülke çapında duyuran Tayyip Erdoğan, 1989’da Refah Partisi’nin Beyoğlu ilçesinden belediye başkan adayı idi!
1989’da Saddam Hüseyin, sekiz yıl süren 1 milyondan fazla insanın canına mal olan 20.yüzyılın son kanlı savaşının ardından, iktidarının en sağlam döneminde idi. Daha Kuveyt’i işgal etmemiş, Körfez Savaşı başlamamıştı.
1989’un 24 Aralık günü, gelecek tahmini yapan hiç kimse, bir hafta sonra girilecek 1990 yılının 2 Ağustos günü, Saddam’ın Kuveyt’i işgal edeceğini, dünya ve bölge tarihinin o günden bu yana yeni bir rotada yol alacağını kestirememişti.
Arkamızda bırakalı bir hafta bile olmayan geçen yılın Aralık ayının 29’unda, Saddam Hüseyin’in bir gün geçmeden idam edileceğini, ben bile tahmin edemedim!
*** *** ***
Saddam’ın o gün idam edilebileceğini, infazdan birkaç saat öncesinden fark etmiştim aslında. Ankara’da “2006 değerlendirmesi-2007 tahminleri” içerikli bir TRT canlı televizyon programındanİlter Türkmen ile birlikte otele saat 02:00 sularında döndüğümüzde, hemen uykuya çekilmeyip, CNN ve BBC’den günün haberlerini izlemeye koyulduğumda, “infaz”ın birkaç saat içinde gerçekleşeceğini anlamıştım.
Irak’ı, iyi-kötü bilen ve dinamiklerini anlayan birisi olarak, 2007’nin ilk günlerinde Saddam’ın asılacağını tahmin etmiştim ama o gün değil. Çok vakit geçmeden asılacağını tahmin etmiş olmam ise, Irak’taki iktidar mücadelesinin yapısı ve Şiilerin, Sünnilere karşı üstünlük mücadelesinde Saddam’ın asılmasının onlar açısından ne denli güçlü bir “intikam duygusu”na ve “siyasi sembolizm”e dayandığını bilmemden ileri geliyordu.
Geçen yılın Ocak ayının sonunda Bağdat’a gitmemin asıl nedeni, Saddam’ı kendisine ipe götüren Dujeyl katliamı duruşmasını izlemek isteği idi. Duruşma salonunda, gözlerimi sadece Saddam’ın üzerine dikip, kendimce bir “psiko-analiz” yapacak ve bunu ileride kağıda dökecektim. Kendi can güvenliğimin bile onca yıl tehdit altında kalmasında etkisi olan o adamı, bir yandan da, olağanüstü ilginç buluyordum. Tüm hayat serüvenini defalarca okumuştum. Ülkesinin her yanında inşa ettiği, akıl almaz bir zenginlik israfı halindeki saraylarından, onbinlerce kişinin kaderinin iki dudağı arasında kaldığı uzun yıllardan sonra, Bağdat havaalanının bir ucundaki küçük bir hücrede son günlerini beklemek nasıl bir duygu olarak yüzünün çizgilerini oluşturuyor, sesinin tonunu belirliyordu acaba?
Ülkesini ve iktidarını, onun gibi birisi için çok önemli olan zürriyetini –iki oğlu da, torunuyla birlikte öldürülmüştü- yitirmiş birisi, nasıl ve ne ölçüde böylesine dik durabiliyor, vakarını yitirmeden kalabiliyordu? Bu soruların cevaplarını sanki yüzünden okuyarak edinecektim.
*** *** ***
Irak Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, eski dostum Kamran Karadaghi’ye bu amaçla Bağdat’a gelme niyetimi açıkladığımda, duruşmayı izlemek için gerekli bürokratik işlemlerin tamamlanmasında vakit kaybetmemek amacıyla, hazırlanacak giriş kartı için pasaport bilgilerimi önceden almak istedi. Pasaportta, isim yerinde “Osman Cengiz Çandar” yazıyordu. Bunu söylediğimde, uyardı, “Aman dikkat” dedi, “Bağdat’a geldiğinde Şii mahallelerinde, kimlik kontrollerine sakın takılma. Osman adını gördüklerinde öbür tarafa gidersin!”
İşin ilginç tarafı, Bağdat’ta Şii-yoğun bir mahallede kalacaktım. Evinde kalacağım Türkmen dostumun bana refakat edecek korumaları da Şii idi. “Ben, ta İran Devrimi’nin başından beri ve Lübnan’dan, sayısız ve üstelik bazıları lider konumunda Şii dosta sahibim. Bir şey olmaz” diyecek oldum; Kamran üsteledi, “Bunları anlatmaya vaktin olmayabilir!”
Bağdat’a vardığımda, ona “Irak’ın geleceği konusunda iyimser mi, kötümser mi?” olduğunu sordum. “Kötümserim” dedi; “Şiiler, Sünnilerin iktidara geri dönmek arzularından öylesine korkuyorlar ve öylesine intikam duygusuyla dolular ki, büyük hesaplaşma günü bir gün gelecek ve o gün geldiğinde avantajlı konumda bulunmak için, şu andaki iktidar güçlerini kullanarak mümkün olduğu kadar Sünni’yi ortadan kaldırmak için yanıp tutuşuyorlar. Böyle bir psikolojik ortam, Irak’ın geleceği için pek iyimserlik bırakmıyor...”
Nitekim, Sünni kökenli el-Kaide’nin yaptığına inanılan, Samarra’daki, Şiiler için en kutsal üçüncü mekan sayılan altın kubbeli Askeriye Türbesi’nin havaya uçurulmasından sonra, Irak’ta dikişlerin tutması ve giderek azan Şii-Sünni kan banyosunun önlenmesi neredeyse imkansızlaştı. Orası, “Kayıp 12.İmam” Mehdi’nin en son görüldüğü ve dünyaya kurtarıcı olarak dönmesinin beklendiği yerdi...
Şii-Sünni savaşının önüne geçmek imkansız hale geldiği ölçüde, Saddam’ın kellesini Şiilerden kurtarması da iimkansız hale gelmişti. Şiilerin ağır bastığı bir Irak’ta Saddam’ın idamdan kurtulması, bence, mucize olurdu.
Bundan sonrası?
Tayyip Erdoğan, “Irak, Türkiye için, AB süreciden daha öncelikli hale gelmiştir” dediğine göre, bundan sonrası?
Daha yılın başındayız. Daha konuşacağız. Saddam’ı ve sonrasını. Haftaya...
Paylaş