Paylaş
Böylece, yakın ve orta vâdeli gelecekte, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin kaderini belirleyecek ölçüdeki “siyasi sonuçlar” bakımdan “yepyeni bir tarih sayfası” açılmış oldu.
YPG güçlerinin belkemiğini Suriye ve Türkiye Kürtleri oluşturuyor. Bu unsurların “siyasi temsili”nin PKK ve PYD ile sağlandığı bir sır değil.
ABD, Musul IŞİD’in eline geçtikten sonra, asıl Erbil tehdit altına girdiği vakit harekete geçmişti ve öyle bir hava harekâtı yürüttü ve Kürdistan Bölge Yönetimi ile öyle bir “eşgüdüm” sağladı ki, IŞİD, Irak Kürdistan bölgesinden görece biçimde uzaklaşmakla kalmadı, stratejik önemdeki Musul Barajı’nı da terketmek zorunda kaldı.
ABD’nin askeri hamlesinin “siyasi mesajı” açık idi: Irak Kürtleri ve Kürdistan Bölge Yönetimi, Washington güvencesi altındadır!
IŞİD, Erbil’e yaklaştığı vakit, bir de devreye İran girdi. Barzani yönetimi zaten yardımlarına ilk koşanın İran olduğunu açıkladı. Hatta, Türkiye’den bekledikleri desteği görememenin hayal kırıklığını da, Mesut Barzani’nin en yakını Fuad Hüseyin’in ağzından duyurdu.
Irak Kürtlerinde, ABD’nin bir “baş müttefik” olarak belirdiği, İran’ın ise –ekonomik alanda olmasa bile- siyasi alanda Türkiye nüfuzunu dengelediği ve hatta ibreyi kendine çevirdiği yeni bir “siyasi denklem” söz konusu oldu.
Şimdi, bu Kobani’deki gelişmeler vesilesiyle Suriye ve giderek Türkiye Kürtleri için de gerçekleşmeye başlıyor gibi.
Kobani’ye, Irak Kürdistanı’ndan alınan silahların ABD tarafından getirilip bırakılmasının, Türkiye’nin mırın kırın etse de, Irak Kürdistanı ile Kobani, yani Suriye Kürdistanı’nın yani Rojava’nın merkezi arasında “koridor” açmayı kabullenmesinin bir açıklaması da bu.
Burada ilginç ve üzerinde durulması gereken nokta, ABD, Erbil üzerindeki IŞİD tehdidini savuşturmak için “meşru Kürt otoritesi” gördüğü Irak Kürdistan Bölge Yönetimi’ne yardıma koşarken, Kobani’de benzeri ve üstelik daha da hayati olan desteğinin muhatabın, PKK’nin “ikiz kardeşi” PYD ve aralarında pekalâ PKK’li de sayabilecek olan YPG’li savaşçılar olması.
Zaten, ABD Dışişleri Sözcüsü’nün PYD’nin ABD yasalarına göre “terör örgütü olmadığını” ısrarla vurgulamasını, ABD’nin Kürt politikasında yeni sayfa açıldığının ilânın bir başka ifadesi olarak yorumlamak mümkün.
Gerçi, Amerikalılar, Tayyip Erdoğan gibi “Bizim için PKK eşittir PYD; PYD de terörist bir örgüttür” diye hiç konuşmadılar, böyle demiyorlar, tersine PYD ile ilişki kurmalarının ABD açısından “yasal” olduğunun özellikle altını çiziyorlar ama, bunların “tek yumurta ikizi” olduğunu da pekâla biliyorlar.
Tam da bu yüzden, ABD ile PYD arasında kurulan ve gelişecek olan “temas”, ister istemez, PKK ile “dolaylı temas”ın da önünü açacak.
PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’e Tahran kapıları ardına kadar açık. Kandil’in –zaten fiziki şartların da sağladığı imkânlar ile- İran ile yakın temas içinde bulunduğu bir sır değil. Böylece, “Kürt siyasi hareketi” –KCK’sı, PKK’si, PYD’si, HPG’si, YPG’si, HDP’si, BDP’si, DTK’sı; aklınıza daha ne geliyor ise- “IŞİD belâsı” zemininde “ABD ile İran parantezi”nde bir “dinamik bölgesel aktör” haline geliyor.
Bu arada, Amerikalıların, “Kürt siyasi hareketi”nin PYD unsuru ile Irak Kürdistan Yönetimi’nin merkezindeki Barzani’nin KDP’si arasında bir tür başarılı “arabuluculuk” yapmış olduğunu farketmek gerekiyor.
ABD’nin Suriye temsilcisi Rubinstein’in Salih Müslim ile Paris’teki görüşmesinden hemen sonra, Müslim, Dohuk’ta hem Barzani ile hem de Beyaz Saray’ın “iç kabinesi”nden Tony Blinken ile görüştü. Irak Kürdistanı-Rojava arasında havadan askeri yardım köprüsü de, Türkiye’nin “kara koridoru” olarak kullanılacak olması da, bu temasların ardından gerçekleşti.
Amerikan etkisiyle sağlanan “Kürtlerarası uzlaşma”, Rojava’da iktidar paylaşımını ve YPG ile Peşmerge arasındaki hiyerarşi ve rol dağılımını ilgilendiriyor. Bu konularda elbette pürüzler var ve tümüyle giderilmediler. O nedenle, “koridor”dan asıl geçişler önümüzdeki haftaya kaldı. Ama, uzun bir yol alındı.
Obama’nın Tayyip Erdoğan’a telefonundan sonra çok şey değişti, yelkenler büyük ölçüde suya indi. Olan-bitenin dış dünya gayet iyi farkında. Bloomberg’in dünkü başyazısında, Obama’nın Tayyip Erdoğan’a “baskı uyguladığı”na dikkat çekilerek, şu satırlara yer veriliyor:
“Erdoğan birşey yapmaya itilmekten hoşlanmamış olabilir, ama Obama doğrusunu yaptı... Erdoğan’ı bu noktaya getirmek için itmekle, aslılna Türkiye’ye büyük iyilik yapmış oldu. Eğer Erdoğan kuzey Suriye’ye yönelik Kürt faaliyetinin önüne geçmekte ısrar etseydi, Türkiye’nin kendi Kürt halkı ile ulaştığı kırılgan barışa kalıcı bir zarar vermiş olacaktı... Şimdi, Türkiye, sınırlarının dibinde bir çeşit özerk Kürt olgusunu kabullenmek zorundadır. Bu, isyancıları, geçen yılın ateşkesine kadar on yıllarca Türk devleti ile savaşmış olan PKK ile iç barış yapmak anlamına gelecek. Erdoğan, PKK’dan ziyade Irak’taki Kürdistan bölge hükümeti ile ilişkili olmayı tercih eder ama artık ikisini ayırma lüksü yok. Her ikisiyle birlikte çalışmak zorunda...
Herşeye rağmen, Erdoğan için en iyi yol, Kürtleri düşmandan ziyade müttefike dönüştürmek. Onlarla Irak’ta olduğu gibi Suriye’de de işbirliği yaparak, ABD koalisyonuna tümüyle aktif bir üye olarak katılabilir ve onun yönetimine yardım eder.”
AKP iktidarının “Kobani politikası” çarpıcı bir “dış politika iflası” sonucunda “U-dönüşü” yapıldığı görüntüsünü veriyor.
Bunu yapmasaydı;
1. “Çözüm süreci”ni sürdürmesi mümkün olamayacak ve ülke “iç savaş”a gidercesine büyük kitlesel çatışmaların içine sürüklenme tehdidiyle yüz yüze kalacaktı;
2. Bir “NATO müttefiki” olarak, ABD ve Batı’da yol açtığı “hayal kırıklığı” derinleşecek ve Türkiye’nin “uluslararası alandaki tecrit hali”, öyle “değerli yalnızlık” safsatasıyla giderilemeyecek tehlikelere ortaya çıkartacaktı.
Ama, o kadar güvenilmez ve sarkaç gibi bir oraya bir buraya savrulan iktidar var ki, Türkiye’de “U-dönüşünden U-dönüşü” yapmayacağının da garantisi yok.
Nitekim, Batı’nın iktidarın asıl niyeti konusundaki kuşkuları dağılmış değil. David Gardner’ın FT yazısında dün şu satırlara yer verdi:
“Türkiye’nin müttefiklerinin de kendi kuşkuları var. Erdoğan ve başbakanı, eski Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun karışıklık halindeki Arap topraklarında bir Sünni İslamcı nüfuz alanı yaratmak konusundaki ihtiraslarını terkettiklerinden emin değiller.”
Peki, iktidar “U-dönüşü”nden saparsa ne olur?
David Gardner’ın FT yazısında cevabı var:
“IŞİD’e karşı en işlevsel tamponlar, özyönetime sahip Irak Kürdistanı ile Suriye’de ortaya çıkmakta olan Kürt antitesi iken, Ankara’nın Kobani’ye (olumsuz) tavrı –ve Erdoğan’ın PKK ile irtibatlı Kobani’nin savunucularını IŞİD’le eşitlemesi- Türkiye’nin kendi Kürtleriyle ihtilafını yeniden ateşleme riski taşıyor.”
Madem, Abdullah Öcalan’ı muhatap alarak bir “çözüm süreci” zaten başlatılmış durumda ve yaşatılıyor; o halde Türkiye için “ezber bozma vakti”.
Yani, IŞİD karşısında Kürdistan, Kürtler ve Batı ile beraberlik...
Belki de bir hayal. Ama, Türkiye’nin esenliği için şart.
Paylaş