Ortadoğu, Türkiye’nin “moral liderliği”, Amerikan “politikasızlığı”…

Alarm zilleri vakit geçmeden çalmaya başladı. İsrail’in Tayyip Erdoğan’ın Davos performansından mutlu olması zaten beklenemezdi. İsrail’den rahatsızlık sinyallerinin gelmesi şaşırtıcı olamazdı. Ama nereden baksanız, İsrail kendisini bir “varoluşsal” sorunla karşı karşıya gördüğü için, son derece geniş bir “pragmatizm marjı”na da sahiptir.

Haberin Devamı

Bu nedenle, bölgedeki iki güçten biri olan İran’ın “bir numaralı hasım” görürken, Batı sistemine sağlam bağlarla bağlı olduğu varsayılan ve “yakın dostu” Türkiye’yi de kendisine “hasım” hale getirmekten sakınacaktır. Alttan almaya bakacaktır.

İsrail’in Tayyip Erdoğan’a yönelik duygularını daha da “keskin” biçimiyle ortaya koyması beklenen Amerika’nın katı İsrail yanlısı Yahudi çevreleridir. Ve, onlar ses vermeye başladı. Amerika’daki İsrail lobisinin düşünce kuruluşu olarak nam yapmış olan Washington Institute’un bir TC vatandaşı olan mensubu Soner Çağaptay, şayet Washington Post’ta “Turkey’s Turn From the West” (Türkiye’nin Batı’dan Dönüşü) başlıklı bir makale kaleme alırsa, Tayyip Erdoğan’a tepkinin “işaret fişeği” fırlatılmış olur.

Washington Post gibi önemli bir gazetede yayınlanan böyle bir yazıyı Türkiye’de okuyan Tayyip Erdoğan alerjisi sahipleri, “Bakın, Amerika Türkiye’nin Batı’dan ayrıldığını görüyor. Davos’un faturası ağır olacak”  söylemiyle cephane toplamaya bakacaklar.  Amerika ve Batı’da okuyanlar ise, yazarın Türk kimliğine gözlerini takıp, kendisinin bir “Türkiye uzmanı” olduğu “veri”sinden yola çıkarak, Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta İsrail’e karşı koyduğu tavrın, Türkiye’nin Batı’dan ayrılarak “Ortadoğululaştığı” anlamına geldiğini ya da yazıda iddia edildiği gibi Türkiye’nin İran-Arap eksenine kaydığını vurgulamaya başlayacaklar.

Haberin Devamı

“İşaret fişeği” atılmıştır. İsrail’e dokunmak öyle her babayiğitin işi değildir. Bunun, faturası çıkar…

Muhtemelen pek az kimse, Soner Çağaptay’ın çoktandır bir “yeminli Ak Parti ve Tayyip Erdoğan düşmanı” gibi davrandığını, birkaç yıldır yazdığı birçok yazıda “Türkiye’de bir askeri darbeyi özendiren” Amerikalı sağcı İsrail muhipleriyle aynı dalga boyunda davrandığını hatırlayacaktır.

Yazının ilk paragrafı, Washington’un kendisine “mesaj” niteliğinde:

“Türkiye özel bir Müslüman ülkedir. Çoğunluğu Müslüman olan 50’den fazla ülke içinde, bir NATO üyesi, Avrupa Birliği ile katılım müzakereleri sürdüren, bir liberal demokrasi ve İsrail ile normal ilişkilere sahip tek ülkedir. Bununla birlikte, AKP yönetimindeki mevcut hükümeti altında, Türkiye bu özel niteliklerini yitiriyor. Liberal siyasi trendler ortadan kalkıyor. AB katılım müzakereleri tıkanıyor, Batı karşıtı İran gibi devletlerle ilişkiler gelişiyor ve İsrail ile ilişkiler ise bozuluyor. Örneğin, Perşembe günü Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres ile “insanları öldürmek”ten ötürü atıştıktan sonra Davos’taki paneli terk etti. Eğer Türkiye bu alanlarda tökezler veya NATO gibi transatlantik yapılara ilişkin yükümlülüklerinde sallanırsa, Başkan Obama’nın favori Müslüman ülkesi olmayı ummamalıdır.”

Haberin Devamı

Bunun kestirme ifadesi, Obama’ya Tayyip Erdoğan’dan “uzak dur” çağrısıdır.

***                       ***                     ***

“Davos draması”ndan bu yana Washington Post yazısındaki bu “öğütler”in tam tersini yazıyorum. Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta attığı adımın “riskten bağışık” olduğunu hiçbir vakit düşünmedim. Başbakan’ın siyasi adımlarının ölçüyü Hamas yönünde fazla kaçırabileceğinin de farkında oldum. Ancak, Davos’taki çıkışı, Tayyip Erdoğan’ı ve “Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı” sıfatını taşıdığı için Türkiye’yi “Ortadoğu denklemi”nde yepyeni bir yere taşımıştır ve böylelikle “Ortadoğu denklemi”ni de değiştirmiştir.

Bunun, böyle olmasının başlıca üç nedeni var:

Haberin Devamı

1.      Hareket eden ve siyaset zemininde “ayak değiştiren” Türkiye olduğu için. Türkiye, herhangi bir ülke değil. İsrail’in ve Filistin’in, Suriye’nin ve Lübnan’ın, Irak’ın ve S.Arabistan’ın, Ürdün’ün ve Mısır’ın bulunduğu coğrafyayı tam 400 yıl boyunca yönetmiş olan devletin ana mirasçısı. Bu ülkeler Osmanlı yönetiminden çıkalı daha 100 yıl olmadı. Bazıların 100 yıl önce bırakın bugünkü sınırlarını –buna en başta İsrail dahil- isimleri bile yoktu. Böyle bir Türkiye’nin –üstelik tam da NATO üyesi ve AB katılımcı üyesi sıfatları devam ederken- 2009 şartlarında Gazze’deki kan banyosu üzerine İsrail’e karşı takındığı tavır, böylece birdenbire tüm Arap ve Müslüman dünyada “moral liderliği” ele geçirmesine yol açtı. Türkiye’nin bunu yaparken “dinî kimlik” ile değil “Batılı değerler” üzerinden söz konusu “moral liderliği” üstlenmesi, ister istemez, “Ortadoğu denklemi”ni değişmek zorunda bırakır. (Bunu Amerika dahil, Ortadoğu’daki aktörlerin anlaması, kavraması ve sindirmesi zaman alabilir.)

Haberin Devamı

2.      Amerika’nın –dünyadaki tek süperdevletin- Ortadoğu’daki politikasızlığı.

3.      Sovyetler Birliği’nin sahneden çekilmesinin boşalttığı Ortadoğu sahnesinin, ABD’nin de ya “yanlış” politikayla veya “politikasızlığı” nedeniyle dolduramamış olması ve ABD’nin kendisiyle birlikte bölgesel müttefikleri Mısır, S.Arabistan ve Ürdün gibi ülkeleri de etkisizliğe sürüklemesi İran’a geniş bir hareket alanı açmıştır. Türkiye’nin bir “bölgesel ağırlık merkezi” haline gelmesi, hem böyle bir “bölgesel konjonktür”ün eseridir, hem de İran’ın o geniş hareket alanını kendiliğinden kısıtlayacak bir “işlev”e sahiptir.

Dolayısıyla, Amerika’nın Türkiye’den başka herhangi bir ülke ile Ortadoğu’da “gelecek plânlaması” yapması imkânsızlaşmıştır. İsrail ile “özel ilişkisi” üzerinden bunu yapamaz. İsrail, bölgenin Amerikan korumasına muhtaç “sorunlu” ve bölgenin önemli bölümü tarafından reddedilen unsurudur. Hiçbir Arap ülkesi ile yapacak hali de yoktur, zira hiçbir Arap ülkesi buna uygun bir halde değildir.

Haberin Devamı

En önemlisi, Amerika’nın kendisinin “Ortadoğu politikasızlığı”dır. Bunu olan-biteni görmesini bilen Amerikalı uzmanlar (üstelik Yahudi) yapıyor. Örneğin Carnegie adlı itibarlı düşünce kuruluşundan Nathan Brown, “Obama Yönetimi için Ortadoğu’da Yol Göstericir-Mitleri ve Boş Umutları Bir Yana Bırakmak” başlıklı yazısında “Obama yönetimi ilk günlerinde zor bir açmazla karşı karşıya. Filistin-İsrail ihtilafı kendisini diplomatik gündemin içine soktu ama ortada belirgin bir eylem hattı yok” diyor ve Obama yönetiminin son iki başkanlık döneminin (Clinton ve Bush) diplomasisinin hiçbir miras bırakmadan ortadan kalktığını ve zeminin temelden değiştiği bir dönemin bulunduğunu” görmesi gerektiğine değiniyor.

Nathan Brown, Filistin-İsrail arasında bir “barışçı çözüm” arayanların umutsuzluğa kapıldıklarına işaret ettikten sonra bir çözüm umudunun –gerçekçi olmak gerekirse ve bizce birçok nedenden ötürü- yakın vâdede ortada gözükmediğini belirtiyor. Bu noktada önerisi şu:

“Obama yönetiminin yapacağı ihtilafı yönetmek için diplomasiyi kullanmak ve onu bu ihtilafla günü yaşanır hale getirerek, onu daha sonra bir çözüme doğru yöneltmek.”

Yani, Obama’nın şu sırada yapabileceği “çözüm”den ziyade “ihtilafı yönetmek.” Bu, zaten, Amerika’nın Ortadoğu’da tüm kozları elinde barındıramayan, sınırlı-kısıtlı rolünü ortaya koyuyor. Bu rolü oynayabilmesi, bölgenin önemli bölümünün “moral liderliği”ne yükselmiş, üstelik müttefiki olan bir ülkeyle, Türkiye ile işbirliğinin dışında becerilebilir mi?

Nitekim, on yıldan fazla süre ABD’nin Ortadoğu baş müzakerecisi olan Aaron David Miller, Obama’nın Ortadoğu Özel Temsilcisi George Mitchell’ın kalıcı bir “Filistin-İsrail Anlaşması”nı sağlaması şansını “çok zayıf ile sıfır” arasında görüyor. Miller’ın şu ilk aşamada Mitchell’ın atanmasını, Obama yönetiminin “sürecin kendisini içeriğe tercih etmesi” olarak yorumluyor.

Obama yönetimi, belirli bir vâdede Ortadoğu’da “orta sahada top çevirmeye” mecbur bir diplomasi benimsiyor. Davos sonrasının “Ortadoğu iklimi”nde Türkiye olmadan, Türkiye’yi dışlayarak,  bunu dahi yapabilmesi çok zor. Obama’nın en az tahammül edebileceği şey ise, yönetiminin en başında Ortadoğu’da çuvallamak.

O nedenle, “Türkiye İsrail’in gazabını çekecek. Türkiye, Amerikan Yahudi lobisini kaybedecek. Ermeni soykırım tasarısının geçmesini istemiyorsanız, İsrail’in Gazze’de yaptıklarına ses çıkarmayın” cinsinden sloganlar haykıran “felâket tellalları”na pek kulak asmamak gerekiyor.

***                 ***            ***

Türkiye –ve Tayyip Erdoğan- Gazze’de olan-bitene gözlerini kapayamazdı. Kapamaması gerekirdi. Ortadoğu konusuna hiç girmemiş olmasıyla dikkat çeken ve 92 yaşındaki büyük tarihçi (ve Yahudi) Eric Hobsbawm bile bu kez dayanamadı. Bakın ne diyor:

“Üç hafta boyunca barbarizm evrensel kamuoyu önünde gösterimdeydi. Seyredenlerin tümü, İsrail’in Gazze Şeridi’nde 2006’dan beri abluka altında olan bir buçuk milyonluk nüfusuna karşı giriştiği silahlı terörü izledi, hüküm verdi ve küçük bir istisna dışında reddetti. İstilanın meşrulaştırılmasına yönelik resmi açıklamalar kamera ve aritmetik bileşimi sayesinde hiçbir vakit böylesine yalanlanmamışlardı. Kan revan içindeki çocuklar ve yanan okullar, sözü edilen “askeri hedefler” olarak haberlerde kendiliğinden konuştular. Bir tarafta onüç ölü diğerinde 1360.  Hangi tarafın kurban olduğunu bulmak zor değil. İsrail’in Gazze’de akılları durduran operasyonu için daha fazla bir şey söylemek gereksiz…

Gazze’deki İsrail ne tarihin kurban halkı, ne 1948-67 mitolojisinin ‘küçük, cesur İsrail’i’ ve ne de kendisini kuşatan Goliath’ları yenilgiye uğratan bir Davut. İsrail, George W.Bush’un  ABD’si için olduğu gibi hızla hakkındaki olumlu kanaatleri kaybediyor. Aynı nedenlerden ötürü: milliyetçi körlük ve askeri gücün megalomanlığı. İsrail için iyi olan bir halk olarak Yahudiler için de iyidir konusu, elbette birbiriyle bağlantılıdır. Ancak, Filistin sorununa adil bir yanıt bulunana dek, ikisi aynı şey değildir ve olamaz. Ve bunu Yahudilerin söylemesi zorunludur.”

Bunları söyleyen 20 yüzyıl’ın en büyük tarihçilerinden (ve Yahudi) Eric Hobsbawm.

Tayyip Erdoğan’ın Şimon Peres’e söylediklerine benziyor…

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları