Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın “ulusa” konuşması bekleniyordu bu yazıyı yazarken. İki ay sonra ilk kez konuşacak ve “halkın meşru talepleri” ile “silahlı güçler” arasında ayrım yapıldığına dikkat çekecekti.
Başşar, konuşmadan önce Washington Büyükelçisi İmad Mustafa, konuşmanın içeriğini ve önemine ilişkin sinyal vermişti. Başşar Esad’ın ülkesinde olaylar başladıktan iki ay sonra yaptığı ilk (ve bugüne kadarki tek) konuşma müthiş bir hayal kırıklığı olmuştu. Nitekim, o konuşmasından sonra olaylar yatışacağına iyice az. Suriye’de olaylar 15 Mart’ta başladığı vakit, iki talep öne çıkmıştı. Ta 1963’ten beri devam eden ve toplantı ve gösterileri yasaklayan, insanların yargıç önüne çıkarılmadan içeri atılmasına imkan veren “Olağanüstü Hal” uygulamasının kaldırılması, 300 bin yakın, kayıtsız, hiçbir hakkı bulunmayan Suriyeli Kürt’e “nüfus kağıdı” verilmesi. Bunların ötesinde pek bir talep gözükmüyordu. Başşar, bunları vaad etti ama bunları yerine getirirken öyle sallandı ve vakit kaybetti ki, yerine getirdiğinde olayların çapı büyümüş, talepler çıtası yükselmişti. Şimdi, ağzıyla kuş tutsa, yükselen talepler çıtasının üzerinden atlaması pek zor. Suriye’yi olabildiğince yakından gözleyen hemen herkes, Mısır’da Hüsnü Mübarek’in yıkıldığı, “Arap Devrimi”nin zirve yaptığı günlerde, Ocak ayında şayet Suriye’de namuslu seçimler yapılsa, Başşar Esad’ın kazanacığında hemfikir. Artık değil. Başşar için herşey çok geç Suriye halkının çoğunluğu rejimin gitmesini istiyor ve üç ay içinde işin içine kan karışmış olduğu için, Başşar Esad’ın eli de artık lekelenmiş gözüküyor. Başşar, üç ay öncesinde reform vaadlerinde bulunurken, ülkenin her yanına yayılan gösterilere acımasız bir şekilde karşılık verdi rejim. Reform yapmak ile kendi halkının kanını fütursuzca dökmek, her ikisi birarada olabilecek şeyler değil ve ikincisi, birincisinin hükmünü iptal ediyor. Olaylar, halkın iradesine dayanmayan bir “polis rejimi”nin kofluğunu da ortaya koydu. Bu tür rejimlerde ordu, bir azınlığın iktidarını koruma aracıdır. İsrail’e karşı savaşamayan Suriye ordusu, kendi silahsız halkına karşı çok etkili. Esad, Arapça “aslan” anlamına geliyor. Başşar’ın babasının (Hafız Esad) döneminde de Araplar arasında “İsrail’e karşı tavşan, kendi halkına karşı aslan” diye fısıltıyla söylenen bir deyim yerleşmişti. Hama’da en az 10 bin Suriyeliyi öldürmeye bilen Hafız Esad’ın kardeşi Rifat Esad komutasındaki güçler, topraklarını (Golan) işgal eden İsrail’den o sayının yüzde biri kadar bile can almamıştı. Aradan geçen 30 yıla yakın sürede Hafız’ın yerine oğlu Başşar (unutmayalım, orası bir cumhuriyet), Hafız’ın kardeşi Rifat’ın yerinde de, Başşar’ın kardeşi Mahir var. Tayyip Erdoğan’ın da gazabını çeken Mahir Esad. Suriye’de halka karşı girişilen her kanlı eylemin başını çeken 4. Tümen’in ve Cumhuriyet Muhafızları’nın komutanı. Türkiye Suriye’den ne istiyor? Gerek Arabiyye televizyonu, gerekse İngiliz Daily Telegraph gazetesi, Türkiye’nin Şam’a “Mahir Esad’ın uzaklaştırılması ve reformlara hemen girişilmesi” konusunda bir uyarı ve istek mektubu taşıyan bir temsilci gönderdiğini ileri sürdüler. Hatta, görevden uzaklaştırılması halinde, Mahir Esad’ın Türkiye’de ikametinin sağlanacağının bildirildiği de iddia ediliyor. Lübnan’dan beni arayıp, bu “bilgi”nin doğruluğunu sordukları vakit, “Bilmiyorum ama mantıksız gelmiyor” cevabını verdim. Tayyip Erdoğan’ın Mahir Esad’a öfkesini ve Şam’a “Şiddeti durdurun; Reformları ilan edin” talebinde bulunduğunu biliyorum. Türkiye’nin karar vericilerinin, Suriye rejiminin yapısını bir nebze serinkanlılıkla değerlendirdiklerinde bu taleplerin yerine getirilemeyeceğini bilmediklerine de inanamam. O nedenle, bu iddialar gerçek ise, bunu, Türkiye’nin bundan sonra Suriye’ye karşı atacağı adımların meşruiyet zeminini hazırlama olarak görmekte yarar var. Zira, Başşar Esad, “ailesinin ve Suriye’nin lideri” değil, Suriye’yi demir bir mengene ile yöneten “ailesinin sözcüsü”. Babasından farklı. Suriye rejimi, Başşar Esad’ın baba tarafından Esad ile anne tarafından Makhlouf ailesinin kaskatı yönetimi altında bir ülke. “Esad-Makhlouf çekirdek yönetimi” bir mezhebi azınlığa dayanıyor ve dört güvenlik örgütü, ordu ve Baas Partisi gibi araçlarla ülkeyi yönetiyor. Reform demek, yani siyasi partilerin kurulmasının sağlanması, bir süre zarfında seçimlere gidilmesi demek, bu bir yandan “insanlığa karşı suç işlemek” kategorisine girmiş olan son aylardaki uygulamalar ve bir yandan da “yolsuzluklar”la boğazına kadar batmış olan bu “aile” ve giderek “azınlık mezhebi yönetimi”nin sonu demek. İktidarda kalabilmek ve iktidarını sürdürmek için “şiddet”ten başka başvuracağı bir araç yok. Türkiye’nin Ortadoğu politikasında değişim Ne zamana kadar? Libya’da Kaddafi devrilene kadar. Ondan önce olmayacağı kesine yakın. Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek gittikten, Yemen’de Ali Salih dönemi büyük ölçüde kapandıktan sonra, Libya’da Kaddafi de giderse, işlerin bu raddeye vardığı Suriye’de Esad iktidarının devam edebileceği, tarih dinamiklerinin ne yönde çalıştığını hiç ama hiç anlayamamak demektir. Bu nedenle, Türkiye, “komşularla sıfır sorun” amblemli Ortadoğu politikasından usulca ve Suriye üzerinden “komşu halklarla beraberlik ve komşularda değişimden yana olmak” politikasına kayıyor. İlkinin mimarı Ahmet Davutoğlu ise, ikincisinin “sözcüsü”, “hatibi” ve “lideri” Tayyip Erdoğan. Tayyip Erdoğan’ın “balkon konuşması”nın ilk bölümünü “Kahire’den Saraybosna’ya, Şam’dan Kudüs’e” göndermeler yaptığı sözcükleri hatırlayın. Türkiye’nin Suriye ve tüm bölgeye ilişkin gelecekte hangi istikamette seyahat etmeyi tasarladığını da sezebilirsiniz. Burnunun dibindeki ülkelerde “özgürlükler”den yana tavır koyan bir iktidarın, kendi ülkesinde bundan kaçınabilmesi düşünülebilir mi? Tayyip Erdoğan’ın Suriye konusundaki tavrı, (unutmayın ki, Başşar’ı gerçekten sevmiş, desteklemiş, onunla kişisel dostluk geliştirmiş bir isimden söz ediyoruz)önümüzdeki dönemde “yeni anayasa”dan “Kürt sorununa çözüm”e yayılan yelpazede “yenilenmenin sigortası” gibi görünüyor. Türkiye, Suriye’deki değişime yardımcı olduğu ölçüde, Suriye, ters yönden, Türkiye’nin yenilenmesine katkı veriyor.