Paylaş
“22 Temmuz’da bizler, Türkiye, ‘demokrasi ile laiklik’in bir arada mümkün olup olamayacağına, yani ‘Avrupalı çağdaş bir ulus’ olup olamayacağımıza karar vereceğiz.
Şunu unutmayalım? Demokratik olmadan laik olan ülkeler var ve vardı. Örneğin, Irak’taki Saddam rejimi böyleydi.
O yüzden, önce demokrasi. Her şeyden önce demokrasi. Her şeyden önce halkın oyu...”
(Bu arada, o yazıda Perihan Mağden’in önceki günkü yazısından yaptığımız alıntının Siyasi Ufuk Hareketi tarafından 1 Mayıs’ta yayınlanmış bir açıklamaya ait olduğunu belirtelim. Kendilerinden bana iletilen bilgide, bu hareket için “Gençlerden oluşan bu hareket, çocuk yıldızlar, artistler, kafası karışıklar, kendilerine ‘ulusalcı’ ya da ‘milliyetçi’ gibi lakaplar takan meczuplardan oluşmamaktadır” tanımlamasına yer veriliyor.)
Demokrasiziz laiklik olabilir. Olabiliyor. Laik olmayan bir demokrasi ise olamaz. O, “teokrasi” olur. Buna işaret ettik. Bu “ikiz kardeşlik” ilişkisi içinde, ibre, dolayısıyla demokrasiye dönük olmak zorunda. Öncelik, demokrasiye ait.
Bu, bizim görüşümüz. Bir de “dışarı”nın bize bakışı var. “Dışarı”nın dünyada, özellikle uluslararası iş dünyası üzerinde dünyanın tartışmasız en saygın dergisi The Economist’in son sayısının kapağı Türkiye’ye ayrıldı. Kapakta kırmızı zemin üzerinde ay yıldızımız yerleştirilmiş.
Normal şartlar altında, Türkiye için müthiş bir tanıtım ve PR olarak algılanabilir. Ancak, kapak üzerinde “Türkiye’nin ruhu için savaş” (The battle for Turkey’s soul) yazısı yerleştirilmiş. Daha çarpıcısı, kapak yazısının alt başlığı: “ Eğer Türkler tercih yapmak durumundaysalar, demokrasi laiklikten daha önemlidir” (If Turks have to choose, democracy is more important than secularism).
Batı dünyasının en çok okunan gazetesi International Herald Tribune’un baş yazısı ise “Türkiye’nnin demokrasisi” (Turkey’s democracy). Baş yazının son cümlesi ise Türkiye’de son günlerdeki gelişmeler karşısında açmazda görünen ve “titrek ve cılız” bir görüntü sergileyen Amerikan karar vericisine bir uyarı niteliğinde ve aynen şöyle:
“Washington nerede durduğunu Türkiye’nin generallerinin kuşkuya şer bırakmayacak biçimde göstermek zorundadır.”
Türkiye’nin Cumhuriyet’in kurucu ilkesi olarak kendisinden ithal ettiği “laiklik”in sahibi Batı’nın Türkiye’deki son gelişmelere ilişkin “konsansüs”ü, demokrasi. Önce ve öncelikle demokrasi...
*** *** ***
Türkiye’nin alacağı yön, sadece Türkiye’nin vatandaşlarını ilgilendirmiyor. Tüm İslam Dünyası ve en başta Batı, olan-biteni ve olacakları dikkatle izliyor. The Economist, “Eğer Türkiye İslam ile demokrasiyi uzlaştıramazsa, bunu kim yapabilir?” diyerek, Türkiye’nin uluslararası önemini vurguluyor. Şu satırları birlikte okuyalım:
“Türkiye’nin laikleri İslamcı köleri olan ve hükümette bazı ılımlı İslamcı önlemlere başvuran Ak Parti’ye her zaman güvensizlik duymuşlardır. Eşleri, Atatürk’ün cumhuriyetinde kamu binalarında yasaklanmış olan İslami başörtüsünü giydikleri için Gül ve Erdoğan’dan özellikle hazzetmemektedirler. Bu kişilerin sadece hükümet ve parlamentoyu değil, şimdi olduğu gibi bir de umhurbaşkanlığını kontrol etmesi ihtimalinden kaygılanıyorlar. Ak Parti bu üçlü tacı başına geçirdiğinde, gerçek renklerini ortaya çıkaracağından, bunun daha da yeşil olacağından korkuyorlar. İslami metinlerin derinliğine okunduğunda, bunların din ve devlet arasında bir ayrım gözetmediği ve köktendinciliğin Müslüman dünyada yayıldığı göz önüne alındığında, insanların böyle korkular duyması anlaşılabilir bir durumdur.
Bununla birlikte, bütün bunlar 27 Nisan’daki gibi bir askeri müdahaleyi meşrulaştırmaz. Atatürk’ün laik mirasını korumak ne kadar arzu edilir olursa olsun, askeri müdahale, demokrasinin normal işleyişini yok etme pahasına gerçekleşir. Bu işleyiş, kötü, yetersiz, yolsuzluğa batmış ve hatta ılımlı İslamcı hükümetleri iş başına getirme sonucu verse bile. İslamcıların kazanmasından seçimlerin iptal edilmessi üzerine çıkan iç savaşta 150 bin kişinin öldüğü Cezayir, askerler halk iradesini bastırdığı zaman neler olabileceğine ilişkin en çarpıcı örnektir. Elbette ki, Türkiye Cezayir değildir; ama ordular, seçimleri alt etmeye ilişkin, her yerde dikkatli olmalılar. Hükümetleri cezalandırma iyi askerlere değil, seçmenlere aittir ve şimdi onlar bunu yapma fırsatına Türkiye’de sahipler.”
Yazının son cümlesi ise şöyle: “Korumak istedikleri devlet namına, Türkiye’nin askerleri siyasetin dışında kalmalılar.”
*** *** ***
Uluslararası projektörlerin üzerimize bu şekilde yöneldiği bir atmosferde seçim güzergahına giriyoruz. Hal bu iken, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi konusunun “sistem” ya da “rejim değişikliği” anlamına geldiğini ileri sürerek karşı çıkmak ve bunu biteviye bir “akademik tartışma” konusu haline getirmek istemek, şu gün “meleklerin cinsiyeti”ni tartışmaktan farksızdır.
Türkiye’de Cumhurbaşkanı seçmesi neredeyse imkansız hale getirilmiş bir “müdahale ortamı” var. Bu, TBMM’ye Cumhurbaşkanı seçtirmeyerek, 27 Nisan “sanal darbesi”yle ve Anayasa Mahkemesi kararıyla sağlandı.
Ne kadar değiştirilse iflah etmeyen askeri darbe ürünü 1982 Anayasası, iflas noktasına geldi. Cumhurbaşkanlığını halka seçtirmek, bu iflasın saptanmasından ve “hukuki tasfiye” işleminden başka bir şey değil.
Seçimlerden sonra oluşacak yeni TBMM, zaten bir “kurucu meclis” gibi çalışmak ve yeni bir Anayasa yazmak zorunda kalacak. Partiler, seçim bildirgelerine buna göre hazırlamak zorundalar.
Siyasi partiler ve seçim kanunları değişmek, seçim barajı indirilmek ve Türkiye, Cumhurbaşkanı seçebilir bir işleyişe kavuşturulmak zorunda.
En kestirmeden: Türkiye, “askeri müdahalelere tümüyle kapatılmış bir demokratik işleyiş”e kavuşmak zorunda.
Onun için, demokrasi, seçim, halk; bunlar eş anlamlı kavramlar haline geldi...
Paylaş