Karşımızda Tahran-Bağdat-Şam

Beyrut- Jounieh’i (Cuniye) Refik Halit Karay’ı okuyanlar bilir. Sürgün yıllarını orada geçirmişti. Bir de kumarbazlar. Bir zamanlar dünyanın en önemli kumarhaneleri arasında sayılan Casino de Liban oradadır.

Haberin Devamı

Şimdi, trafik yoğunluğu nedeniyle Beyrut’tan 45 dakika kadar sürede ulaşılan kuzeyindeki deniz kıyısındaki Lübnan sayfiyesi, 1976-1990 kanlı iç savaş döneminde Hristiyanların fiili başkenti haline gelmişti; büyümüş bir şehire dönüşmüş.

Lübnan’ın en fazla izlenen, en başarılı ve etkili televizyon kanalı LBC orada. Önceki gün “Naharkum Said” (doğrudan anlamından ziyade çağrışımı ‘İyi Günler’) adlı, bir buçuk saat süren ve çok izlenen televizyon programı için LBC stüdyosuna girdiğimde, ünlü sunucu Dima Sadek’a “Kırmızı çizgileriniz ne?” diye sordum. Bir buçuk saat, Türkiye’nin Ortadoğu’daki yeni konumunu ve özellikle Suriye politikasını konuşacaktık.

Dima Sadek, “LBC’de kırmızı çizgi diye bir şey yoktur” diyerek kestirip attı. Suriye’yi ima ederek, “Fazla açık konuşarak, komşunuzun gazabını üzerinize çekmeyeyim” diye takıldım. “Kırmızı çizgi yok” diye ısrar etti.

Haberin Devamı

Dead Man Walking

Yine de uzun program süresince, Başşar Esad’dan sıfatıyla söz ettim; Arapça süren söyleşide yeri geldiğinde ya “Reis Esad” veya “Suriye Cumhurbaşkanı Esad” diye söz ettim “Dead Man Walking”den.

“Dead Man Walking”?..

Türkiye’de de gösterime girmiş olan, Tim Robbins’in 1995 yapımı unutulmaz filminin adı. Susan Sarandon o filmdeki rolüyle Oscar’ı kazanmış, Sean Penn ise aday gösterilmiş, reji, senaryo ve müzik dallarında ödülleri silip süpürmüştü film.

Sean Penn, “yürüyen ölü adam” olarak canlandırdığı idam mahkumu rolünü ölümsüzleştirmişti. Hapishane hücresinden elektrikli sandalyeye kadar yürüdüğü kısa yolda, henüz can vermemişti ama “yürüyen ölü” addedilmişti. Geri dönüşü olmayan yoldaydı. “Dead Man Walking”, mahkumun ölümüne yürüdüğü kısa mesafedeki konumu için İngilizce’de kullanılan bir deyim. Ya da o film ile böyle bir deyim oluştu.

Bölgemizdeki “Dead Man Walking” ise Başşar Esad. Bu sıfatı onun hakkında ABD Dışişleri’nin Özel Ortadoğu Koordinatörü Frederic Hof kullandı. Çarşamba günü Kongre’ye Suriye’deki duruma ilişkin bilgi verirken, Başşar ve rejimini “Dead Man Walking”e benzetti. Bitti yani. Hof, hücresinden alınıp elektrikli sandalyeye götürülen idam mahkumu gibi Şam rejimi. Henüz can vermedi. Adım adım sonuna yürüyor.

Haberin Devamı

Bununla birlikte, “Değişim Suriye’ye kesinlikle geliyor” derken, “Ne kadar zamanları kaldığını tahmin etmek zor” diye konuştu.

Bir komşusu Türkiye’den gelip, adeta et-tırnak gibi içiçe geçtiği Lübnan’dan Suriye’ye bakınca, bu süreyi tahmin daha da güçleşiyor. Suriye, İran’ın kesin desteğine sahip. Lübnan’da özellikle Hizbullah üzerinden nüfuzunu tutuyor. Rusya ve daha düşük ölçüde Çin ve ayrıca Hindistan, “zamana yayılmış katliam”ın BM Güvenlik Konseyi’ne gelmesini engelliyorlar. Ayrıca bir de Bağdat var arkasında.

Bağdat deyince Başbakan Nuri el-Maliki. Arkasına Tahran’ı almış, Şii mezhepçiliği yaparak, Suriye’de iktidarın ülkenin yüzde 70’inden fazlasını oluşturan Sünnilere geçmesinin Irak’a olumsuz etkilerinden korkarak, Şam rejimine destek veriyor.

Haberin Devamı

Suriye’ye karşı uygulanacak yaptırımların işlemeyeceği noktalardan biri Irak. Batısında kendi kıyısı ve Lübnan üzerinden denize, doğusunda Bağdat rejimi üzerinden İran’a ve Körfez’e kadar nefes alma alanını yayabiliyor Şam rejimi. Kolay pes etmeyecek nefesi var yani.

Söz konusu “eksen”, Türkiye karşıtı bir koroya dönüşmeye başlıyor. Maliki, Washington ziyaretinde kendisine “İran nüfuzu”na ilişkin sorulan bir soruya, görünürde hiçbir gerek yokken, “Irak üzerinde İran nüfuzundan ve ülkesine tehditlerden değil ama Türkiye müdahalesinden korkuyorum” cinsinden bir karşılık verdi.

Tam da o aralarda, İran’ın eski dışişleri bakanı, Rehber Khamenei’nin danışmanı Ali Ekber Velayeti, Ak Parti hükümetine gönderme yaparak, “Türkiye’nin İslam yaklaşımının doğru olmadığını ve Arap dünyasına uymadığı” açıklamasını yapmıştı.

Haberin Devamı

İran, Türkiye’nin Suriye’deki rejime karşı aldığı tavırdan haliyle rahatsız. Bunu kendi tarzlarında ya dışa vuruyorlar veya müttefiklerine daha ağır biçimde dışa vurdurtuyorlar.

Türkiye’nin “Arap Baharı” ya da “Arap Devrimi”ne ilişkin, “kanlı polis rejimleri”ne karşı “halktan yana” çıkan “değişim yanlısı” konumunun önünde, güneyinde bir Tahran-Bağdat-Şam hattı oluşuyor sanki.

Zor tercihler

Lübnan ise bu uluslararası ve bölgesel çekişme ve mücadelenin “münazara alanı” gibi. Türkiye’yi çeşitli biçimlerde sorgulattıracak çok aktör var burada.

Televizyon röportajında Türkiye’nin bölgede nüfuzunu yaymak istediği, bu konuda İran’la mücadele ettiği dikkatime getirildiğinde, Türkiye’nin son birkaç yıldır daha önce olmadığı kadar bölgeye nüfuz ettiğinin doğru olduğunu ama bunu “askeri güç, suikastlar, patlayıcılı mesajlar, komplolar” gibi araçlarla değil, ticaretle, ekonomiyle, diplomasiyle, siyasetle, ortak kültürel paydalardan yola çıkarak yaptığını söyledim.

Haberin Devamı

“İkhtiyalat, İnficarat, Mütefeccirat, Mu’amarat...” sözcüklerini telaffuz ettiğimde, neyi ve kimleri kastettiğimi Lübnanlılardan daha fazla hiç kimsenin anlayamayacağından emindim. Nitekim, beni sorularıyla sıkıştırmaya çalışan sunucu, gülümsemeye başladı. İki saat sonra Beyrut’un orta yerinde üniformali bir havaalanı görevlisi, küçük ismimle bana seslendi. Dönüp nereden tanıştığımızı çıkarmaya çalıştığımda –tanımıyordum-, “Televizyonda izledim. İyiydi” dedi, yürüdü gitti.

Türkiye, paradoksal bir konumda. Ortadoğu’da son yıllarda başta Tayyip Erdoğan, “söylem”le kazandığı sempati, prestij ve ağırlığı, Suriye konusunda “eylem”e dönüştüremediği takdirde, “zirveden iniş” başlayabilir. Bunun sinyallerini Lübnan’da elde etmek mümkün.

Suriye’de Başşar’ın halk hareketini bastıramayacağı belli. Her gün ortalama 30-40 kişi ölüyor. Güvenlik güçleri de adam kaybediyor. Ama, Suriye muhalefetinin de mevcut gücüyle –askeri anlamda- rejimi alaşağı edemeyeceği de. Bir nevi satrançtaki “pat” durumu.

Ülke, ya coğrafi parçalanma potansiyeline içeren mezhebi bir “iç savaş”a doğru yol alacak veya bir şekilde Başşar’a “dur” dedirtecek bir “dış askeri müdahale”nin şartları oluşmaya başlayacak.

Türkiye’nin ilkine kesinlikle karşı olduğunu, çıkarlarına aykırı bulunduğunu söylüyorum. İkincisine de “soğuk” baktığının altını çiziyorum. Ne var ki, kaçınılmaz olarak “hareketsizlik” üzerine bina edilebilecek bu tür bir pozisyon, sırf demeçler ile, açıklamalar ile, ilahinihaye sürdürülemez.

Başşar’a doğru tekrar çark edemezmi peki? Böyle bir soru geliyor.

“Hayır, çünkü Başşar, çok kan döktü. Türkiye’de halka dayanmak zorunda olan bir hükümet, Suriye halkının böylesine kanı dökülürken, bu rejimi desteklemek noktasına dönemez artık.”

Cevaptan tatmin olmayan sunucu, “Türkiye, birdenbire insan hakları ilkesi üzerinden hareket etmesi inandırıcı olabilir mi?” diye müdahale ediyor; “Kendi ülkesinde Kürt haklarının çoğunu tanımadı bile. Ayrıca, 1915’teki Ermeni Soykırımı’na ilişkin tavrı malum” diyor.

“Doğru söylüyorsunuz” diye cevaplıyorum. “Ama, Türkiye’nin mükemmel olduğunu söylemedim size. Bu söyledikleriniz için Türkiye’de tartışma ve mücadele yürüyor, en azından.”

Erdoğan-Davutoğlu, kan dökülmesine karşı çıkar ve iki halk arasında coğrafi, tarihi ve kültürel yakınlığa işaret ederken “Suriye bizim içişlerimizdir” gibisinden açıklamalar yapmıştı. Belli ki, Türkiye, hem de böyle bir tarih diliminde bölgede gözüktükçe, kendisinin içi de daha saydamlaşıyor.

Yazarın Tüm Yazıları