İsrail ile “savaşsız savaş”…

Önceki gün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile görüşmesine gitmeden önce Irak Kürdistan Bölge Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile öğle yemeğinde buluştum. Sohbetimiz sırasında, “Türkiye’nin İsrail ile arasında patlak veren ihtilafı nasıl anlamak gerektiğini” sordu.

Haberin Devamı

Ona anlattıklarım bugün yazmayı tasarladığım yazının omurgası idi.
Türkiye ile İsrail arasında ortaya çıkan durumu anlayabilmek için bir “yol haritası”:
1. Türkiye, son birkaç yılda dünyanın en büyük 16. ve Avrupa’nın 7. büyük ekonomisi haline geldi. Önümüzdeki on yıl içinde dünyada ilk “10”a girmeyi hedefleyen canlı ve dinamik bir ülke. Türkiye ekonomisi, kendi sınırları içinde tutulamayacak güçte. Bunun yansıması, özellikle yakın çevresinde bir “güç merkezi” olarak ortaya çıkması oluyor. Ancak, ekonominin gücü ve büyüklüğü “siyasi güç” olarak tercüme edilemezse “bölgesel güç” olamazsınız.
2. Türkiye, “bölgesel güç” olma potansiyelini taşıyan ekonomisini “siyasi güç” olmaya aktarmak için özellikle Ortadoğu’da “yumuşak güç” yöntemini benimsedi. Ortadoğu gibi dünyanın en sorunlu bölgesinde “siyasi aktivite” sahibi olmak “yumuşak güç” yöntemiyle sorunların çözümü için “rol almak” biçimine büründü. Bunun göstergelerinden biri, Suriye ile İsrail arasında barış müzakerelerine oturmaları için “arabuluculuk misyonu”nu yüklenmesi oldu. Üstelik, ABD’nin onayı olmadan. Ancak, o noktada alınacak önemli sonuç, Türkiye’nin gerek ABD ve gerekse ve özellikle AB nezdinde “işlevselliği”ni gösterecek ve Batı dünyasında Türkiye’ye güçlü ve “olumlu” bir profil kazandıracaktı.
3. Türkiye bu yönde ciddi biçimde yol aldı. Başbakan Tayyip Erdoğan ile dönemin İsrail Başbakanı Ehud Olmert, Ankara’da Erdoğan’ın makam odasında saatlerce görüştüler. Görüşme sırasında Erdoğan, Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad ile defalarca telefon görüşmesi yaptılar. Suriye-İsrail arasında yüzyüze müzakerelerin başlaması için gerekli “mutabakat metni”nin kabulü birkaç kelimeye kalmıştı. Olmert, kendi hükümetinin onayını alıp, birkaç gün içinde cevabını bildireceğini Tayyip Erdoğan’a bildirerek Ankara’dan ayrıldı.
4. O birkaç gün içinde İsrail’in Gazze saldırısı başladı. Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki en anlamlı rolü sona erdi. Başbakan Erdoğan bir “aldatılmışlık duygusu” edindi. Gazze’ye öylesine kapsamda bir saldırı konusunda Olmert kendisine hiçbir ipucu vermemişti. Gazze saldırısıyla gelinen noktada, Türkiye’nin rolü, saldırgan bir İsrail davranışıyla iptal edilmiş olmakla kalmadı; Türkiye’nin “oyun alanı” İsrail politikasının dikte edeceği davranışlar tarafından sınırlandırılmış oldu. Bir “bölge gücü”nün bu duruma tahammül etmesi beklenemezdi. Kaldı ki, bu “küresel çağda” 72 milyonluk Türkiye halkı televizyon ekranlarından Gazze saldırısını bir futbol maçı seyreder gibi seyretti. İsrail tankları, topları, uçakları ve helikopterlerini Gazze’ye bomba yağdırırken, Gazze’yi bulut gibi yükselen dumanlar arasında, dumanlar dağıldığında taş taş üzerinde kalmayan yerleşim merkezleri ve parçalanmış çocuk cesetlerini izledi. Kamusal öfke doruğa çıktı. Davos’taki “one minute” krizinin arka plânı budur.
5. Davos’taki o “kriz”den sonra, ilişkiler düzenli biçimde kötüleşme güzergâhına girdi ve son olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 87 yıllık tarihinde ilk kez yabancı askerler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını bir insani yardım gemisine hem de uluslararası sularda yürüttükleri askeri bir saldırıyla öldürdüler. Eğer iki ülke komşu olsa ya da uluslararası şartlar farklı bulunsa, bu o iki ülkenin birbirleriyle savaşa tutuşması sonucunu verecek kadar vahim bir gelişmedir 31 Mayıs’ta yaşanan.
6. Durum bu olduğu için, “Ortadoğu adı verilen bu mahallede” iki hükümetin birarada yaşayabilmesi mümkün değildir. Ya Tayyip Erdoğan hükümeti gidecek veya Netanyahu-Lieberman koalisyon hükümeti. İkisi arasında durumu toparlamanın imkânsız olduğu bir noktaya ulaştık. ABD, her iki ülkenin de dostu ve müttefiki ve İsrail’in de güvencesi. Ancak, bir “süperdevlet” olarak ABD’nin Irak’a, İran’a, Afganistan’a uzanan çıkarları var ve bu çıkarlar ancak Türkiye üzerinden kollanabiliyor. Yani, Washington nezdinde İsrail’in bilinen geleneksel nüfuzuna karşı, koca Türkiye’nin hesaba katılması gereken yeni bir “denklem” var.
7. Bugünün “siyasi iklimi”, Türkiye ile İsrail arasında önümüzdeki dönemde çeşitli düzeylerde ve çeşitli araçlarla yürüyecek karşılıklı mücadelede, PKK’nın şiddet tırmanışına geçmesi Türkiye’de gerek karar verici ve gerekse kamuoyu nezdinde “İsrail’in Türkiye’yi istikrarsızlaştırma hamleleri” olarak algılanmaya müsaittir. Bunun ceremesini herkes ama en başta Kürtler olumsuz olarak çekerler ve bunun izdüşümü Irak Kürdistan’ına da yansır.

Haberin Devamı

***                           ***                      ***
31 Mayıs’tan sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”  saptaması, bu çerçevede Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Milat” değerlendirilmesi geçerliliğini koruyor ve bunun “iç politika”daki mevzilenmeler bakımından da mutlaka anlamı olacaktır.
Türkiye’nin “iç istikrarı”nın bozulmasını önleyerek, kendisine yönelmiş, suçsuz vatandaşlarının kanını dökmüş olan İsrail saldırısına karşı “vazgeçemeyeceği”, vazgeçmesinin mümkün olmadığı, “asgarî” nitelikte atacağı, uluslararası politika sahnesinde atacağı adımlar var. Bunlar:
1. İsrail’in “suçu”nun araştırılmasını, soruşturulmasını ve sorumlularının “hesap vermesi”ni sağlayacak olan bir “Uluslararası Soruşturma Komisyonu”nun oluşumunu sağlamak;
2. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı “ambargo rejimi”ne son verilmesini elde etmek. Gazze’ye girecek çıkacak “insanî yardım malzemesi”nin BM eliyle yapılmasına olacak verecek bir mekanizma kurulmasına gitmek.
Şu anda Türkiye’nin peşinde koştuğu “asgarî” hedefler zaten bunlar. Bunlar elde edildiği takdirde, Türkiye “savaşsız” bir “diplomatik başarı” elde etmiş olacak. Bu sonuçların elde edilmesiyle, mevcut İsrail hükümeti ayakta kalır mı kalamaz mı, bilinmez. ABD’nin İsrail’den bir ölçüde “mesafe alması”yla hiçbir İsrail hükümetinin ayakta kalamadığını geçmiş tecrübeden biliyoruz.
Bu nedenle, Amerika’nın “kamu diplomasisi” yoluyla etkilenmesi, çok yönlü ve büyük mücadelenin çok belirleyici bir parçasıdır. Şu ana dek, bu yönde başarı sağlandığı söylenemez. En çarpıcı örnek, cumartesi günü Washington Post’ta yayımlanan ve “Yardım konvoyu fiyaskosunda sorumluluk Türkiye’nin Erdoğan’ına ait” başlıklı başyazıdır.
Etkili Washington Post’un başyazısının, “Washington havası”nı yansıttığına kuşku yok. İsrail’in savunulmasının mümkün olamayacağı bir olayda bile sorumluluğu Tayyip Erdoğan’ın sırtına yükleyen başyazıda “Amerikan kızgınlığı”nın nedeni, Türkiye’nin Brezilya ile birlikte ön aldığı “İran nükleer takası” olduğu ifade ediliyor.
Washington Post, profesyonel gazetecilik etiği dışına çıktı. Başyazının karşısında Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın “İsrail’in konvoya saldırıdan ötürü Türkiye’ye özür borcu var” başlıklı gayet açık ve mükemmel kaleme alınmış yazısı yayımlanmış. Washington Post yazı işleri, bu yazıya karşı bir “polemik yazısı”nı aynı nüshasında yayımlayarak görülmemiş bir iş yapıyor.
Kamu diplomasisi, İsrail’in Türkiye’den çok daha iyi becerdiği bir şey. Bunu da görelim. İşte korkudan kasılmış İsrail askerlerinin ve Mavi Marmara’nın güvertesinde demir çubuklarla onları bekleyen gönüllülerin  bizim basında da yer alan fotoğrafları.
Buradan ne sonuç çıkıyor?
Mazlum ve mağdur İsrailliler. İnsani yardımla ilgisi olmadıklarına hükmedilmesi gereken Türkler. Dolayısıyla, İsrail’in sonu Türklerin ölümüyle biten eylemi “meşru savunmaya girer.”
Böyle kepazelik görülmemiştir. Uluslararası sularda seyreden bir gemiye, tepeden tırnağa silahlı İsrail askerleri saldırıyor. Saldırılan sivil Türkler ellerine gemiden edindikleri demir çubukları geçiriyorlar ve “anlatım” tersine çevriliyor: Saldırgan Türkler, saldırıya uğramış İsrailliler.
Türkler kim? Sivil ve ateşli silahları yok. İsrailliler kim? Asker ve silahlı. Saldıran kim? İsrailliler. Saldırılan kim? Türkler. Yer neresi? Uluslararası sular. Saldırılan ne? Gazze adındaki “açıkhava hapishanesi”ne insani yardım taşıyan bir gemi.
Gerçekler ancak bu kadar tersyüz  edilebilir ve Türk medyasının bir bölümü gerçeklerin tersyüz edilmesinde ancak bu kadar rol sahibi olabilir.
***                    ***              ***
İsrail’in küstah Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, saldırının gerçekleşmesinden hemen sonra, Twitter’da “Facebook ve You Tube kullandığını” ve “kamu diplomasisinde avantaj sağladığını” yazdı. Danny Ayalon’dan bu satırları okuduğum akşam bizim Ulaştırma Bakanı “You Tube yasağı”nın yanında Google’un bazı hizmetlerine getirilen engellemeyi savunarak “Türkiye’yi Google mı yönetiyor” demek basiretsizliğini gösterdi.
Çağdışı yasakçı kafayla, İsrail’e karşı kamu diplomasisi alanındaki savaşı kazanmak mümkün değildir.
Türkiye’nin Kürt halkına son günlerde rastlanmadık ölçüde hoyratlık ve saldırganlıkla “iç bütünlüğü” sağlamak ve PKK’nın “şiddet tırmanışı”nın altından halıyı çekmek mümkün değildir. Taş atan çocukları hapiste tutmaya devam eden zalim bir anlayışla hiç mümkün değildir.
Bunlar, hükümetin sağa sola lâf yetiştirmekle zaman harcamadan önce yapması gereken, atması gereken adımlar.
“Kamu diplomasisi”nin önemine ilişkin İsrail’in Haaretz gazetesinin “Türkiye bir düşman değildir” başlıklı başyazısının şu son bölümünden bizim hükümet mensupları da gereken dersi çıkarmalılar:
“İsrail Türkiye’nin ciddi argümanlarını göz ardı edebilir, Başbakanı’na hakaret edebilir ve konvoyun aktivistlerini teröristler olarak tanımlayabilir. Ama bütün bunlar İsrail’in –sekiz vatandaşı öldürülmüş olan Türkiye’nin değil- uluslararası çamura sokan imajına verdiği lekeyi silemez.
İsrail, şimdi ismini temize çıkartmak için uğraşıyor ve PR’ı amaçlarına ulaşmak için tek araç olarak kullanıyor. Ama akıllı bir politika olmadan, PR içeriksiz, boş kalır. İlk adım Türkiye ile, özellikle Başbakan’ı ile ilişkileri düzeltmekten geçiyor. Bunun için siyasi cesaret gereklidir. Bu da Gazze Şeridi üzerindeki ablukayı kaldırmak ve Türkiye’yi bölgenin siyasi sürecine daha yaklaştırmak ile mümkündür. Bütün bunlar olmadan, İsrail kendi üzerine çökmüş siyasi abluka altında kendi kendini tatmin etmiş olur.”
Türkiye’ye gelince; o da kendi “demokrasi açıkları”nı kapamak zorunda. Çok yönlü, çok boyutlu “uluslararası mücadele”yi kaybetmemek için.
İsrail ile “savaşsız savaş” bitmedi. Daha yeni başladı…

Yazarın Tüm Yazıları