Paylaş
Gün boyu her türlü imkânı kullanarak İran’da, özellikle Tahran’da ne olup bittiğini izlemeye çalıştım. Anlaşıldığına göre, her iki taraf da –gösterilerde kullandıkları renkten ötürü “Yeşil” diye nitelenen halk hareketi de, Rehber ve ayrıca Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın temsil ettiği rejim de- gücünü göstermişe benziyor. Sonuç: İran, içerde rejimin “meşruiyet” mücadelesi verdiği, ancak Devrim Muhafızları ve Besic (sivil milisler) gibi güvenlik örgütlerinin kaba kuvvetiyle ayakta durabildiği bir kaos ortamını yaşamaya devam ediyor.
Günler öncesinden Tahran’da güvenlik önlemleri olağanüstü arttırılmıştı. Özellikle, eski havaalanının hemen yanı başında, şehrin batı yönünden giriş noktası olan büyük Azadi (Özgürlük) Meydanı’nda. Devrim’in 31. Yıldönümü kutlamaları ve Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın konuşma yapacağı yer orasıydı. Güvenlik önlemleri de en ziyadesiyle orada ve oraya giden yollarda alındı.
Rejim yanlıları seferber edildi. İran devlet televizyonu dün “on milyonlarca” İranlının Azadi’ye doğru aktığını ilân etti. Ahmedinejad, “on milyonlarca” İranlıya hitaben konuştu. İran nükleer programına ilişkin ve Batı’ya şiddetle çatan konuşmasını büyük tezahürat altında yaptı. Rejimin kitle tabanı hiç yok denemez. Tehlikeli olan da bu zaten. Halk kitlelerindeki derinleşen çatlak.
Azadi Meydanı’na çok sayıda insanı yığarak ve meydana hakim olarak, Ahmedinejad yönetimi –bir başka deyimle Devrim Muhafızları ve Besic güçleri- 11 Şubat raundunu kazanmış gibi kendilerini sunabilirler.
Ancak, şehrin birçok köşesinde de sayıları olağanüstü arttırılmış güvenlik güçleri ile Yeşil muhalefet arasında çatışmalar çıktı. Eski (reformist) Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin Devrim’in lideri Humeyni’nin torunuyla evli olan kardeşi ve tabii Humeyni’nin torunu olan eşi de bir süre gözaltına alındı, sonra bırakıldı. Muhalefet liderlerinden Mehdi Karrubi’nin otomobiline saldırıldı, camları kırıldı. Azadi’den bir kilometre kuzeyde olan Sadeghiye Meydanı’nda muhalefetin gösterisine Mir Hüseyin Musavi’nin katıldığı haberleri geldi. Şehrin kuzey noktasındaki önemli merkezlerden Tajriş’te muhalefetin gösterisinin engellenemediği, bir başka köşesinde ise 30 kişinin gözaltına alındığıhaberleri geldi.
Tahran, 15 milyonun yaşadığı ve son derece yaygın, çok büyük bir şehir. 11 Şubat’ta ne olup bittiğini tam anlamanın imkânı yok. Çünkü öyle önlemler alındı ki, cep telefonları sustu, SMS mesajları engellendi, Google ve g-mail gibi iletişim mekanizmalarının önü kesildi.
Rejim, muhaliflerine karşı bir “elektronik taarruz”a geçti. 11 Şubat’ta Tahran’da, Isfahan’da, Tebriz’de, Şiraz’da gerçekte ne olup bittiğini bir süre sonra –belki- anlayabileceğiz.
Şu aşamada anlaşılması hiç zor olmayan şu: Bir rejim, ayakta kalabilmesi güvenlik güçlerinin kaba gücüne ve iletişim araçları üzerinde sansüre başvurmak zorunda kalıyorsa, ciddi olarak zorda demektir.
*** *** ***
İran’daki gelişmelerin içeriği ve yönü, belki de herkesten ziyade biz Türkiye’dekileri ilgilendiriyor. Ak Parti hükümetinin yakın gelecekte Batı ile ilişkilerinin içine gireceği kalıplar büyük ölçüde İran’daki gelişmeler ve Türkiye’nin bu gelişmeler konusunda alacağı tutum ile çok yakından irtibatlı.
Türkiye’nin Erdoğan hükümetinin benimsediği dış politika doğrultusuyla giderek Batı’dan uzaklaştığına dair genellikle İsrail’e yakın çevrelerin pompaladığı kampanya iki hususa vurgu yapıyor:
1. Türkiye’nin İsrail ile bozulan ve hatta sertleşen ilişkileri;
2. Buna paralel biçimde İran’ın nükleer program yüzünden Batı ile ilişkileri giderek daha sorunlu hale gelirken, Türkiye’nin İran ile yakınlaşma politikası gütmesi.
Bu tartışmaların merkezine girerek, Türk dış politikasının doğrultusunun, ne, neden ve nasıl olduğunu anlatmaya uğraştığımız her uluslararası forumda Amerikalı Türkiye uzmanları, genellikle, bu iki hususta Washington’u asıl kaygılandıranın birincisinden ziyade ikincisi olduğunu özel konuşmalarda dile getiriyorlar.
Yani, Washington için Türkiye-İran ilişkilerinin seyri, çok kişinin sandığının ve düşünebileceğinin aksine Türkiye-İsrail ilişkilerinin seyrinden daha öncelikli.
İran’ın nükleer programının nükleer silahlanmaya yönelmekten caydırılması için Batı’da “safların sıklaştırılması” ve BM Güvenlik Konseyi üzerinden “yaptırımlar” uygulanması tasarlandığında, Türkiye’den “safı”nı doğru seçmesi isteniyor ve Türkiye, bu konuda “Batılı müttefikleri”ne pek güven verici bir profil çizmiyor.
Türkiye’nin tarihi, coğrafi ve kültürel nedenlerden –bunlar haklı nedenler- Batılıların “proforma kopyası” gibi davranması beklenmemeli; bu doğru. Ama iş orada bitmiyor. İran’da insan hakları ayaklar altına alındığı vakit, buna “uluslararası bir ses” yükselecekse, Türkiye’nin kendi kendini atadığı “İran’ın nükleer programına ilişkin arabuluculuk”tan ötürü tümüyle duyarsız, bir duvar gibi davranması mümkün olabilir mi?
Türkiye,bölgede İran’ın tam tersine “yumuşak güç” ile yol alarak tüm bölge nezdinde sağladığı “ahlâki üstünlük” sağladı. İran’da halkın kırılması ortamına “bigâne”, Ak Parti yönetimindeki bir Türkiye, bu imajını koruyabilir mi?
*** *** ***
İranlı önemli bir gözlemci Trita Parsi, bugün Financial Times gazetesinde yayımlanacak yazısında Batı’nın genel yaklaşımına da eleştiri yönelttiği yazısına “Eski huyların kaybolması zordur. Yıllarca sadece nükleer meseleye odaklanan Batı, İran’da hızla bozulan insan hakları ortamına tepki vermekte yavaş davranıyor. BM Güvenlik Konseyi üyeleri nükleer konuda yeni yaptırımlara ilişkin hazırlanırlarken, BM’nin İran’daki geçen yılki seçimlerden bu yana yaşanan insan hakları ihlallerine karşı tavır alması zamanı gelmiştir. Her zamankinden daha fazla şimdi, dar açılı nükleer konuya odaklanma bir yana bırakılmalı ve İran’daki insan haklarının durumuna dikkatler çevrilmelidir. Bu, tümüyle bir ölüm-kalım meselesidir” diye giriyor.
Bunun sebebi, Kuzey Kore ve Burma gibi Üçüncü Dünya ülkelerinden farklı olarak, İranlı yetkililerinin insan hakları eleştirisi konusunda duyarlı olmaları. Bu duyarlılık İran’ın bir “bölge lideri” ve diğer bölge ülkelerine örnek olma dürtüsü ve ihtirasından kaynaklanıyor.
Tam da bu yüzden, İran yetkilileri kendilerine bu alandaki eleştirilerin meşruiyetini ortadan kaldırmak için ABD’nin yanlışları ve İsrail’in yaptıklarına dikkatleri çevirmeye çalışıyorlar.
Bu hal, Türkiye’yi zora sokacak özellikte. Çünkü resmen ilân edilmese bile “bölgesel liderlik” konumunda, İran’ın –kendiliğinden ve tarih boyunca hep- tek rakibi Türkiye. Türkiye’nin İran’dan temel farkı ve üstünlüğü demokratik rejimi. Dolayısıyla, İran’ın içişlerine karışmaktan özenle imtina etse bile, İran’daki insan hakları ihlallerine duyarsız, İran’da halkın ezilmesine kayıtsız bir görüntü veremez.
Hele hele, Türkiye’nin tüm derdi,Batı’nın İran’ı nükleer silahlanmaya gitme yönünden caydırmak için uğraşması karşısında İran’ı kollaması hiç olamaz.
İran’daki insan hakları ihlallerine kayıtsız, nükleer programında ise sanki İran’ın yanında Batı karşısında saf tutan bir Türkiye…
Böyle bir dış politika görüntüsü Türkiye’ye ne kazandırır?
Ne uluslararası alanda ve ne de bölgede hiçbir şey kazandırmaz.
Paylaş