Paylaş
Şu sırada Türkiye’nin malûm nedenlerden ötürü hayli yoğun ve içe dönük gündeminde pek farkedilmiyor olabilir ama yakın ve orta vâdede Türkiye’yi de birinci dereceden etkileyecek olan, dünyanın bir numaralı gündem maddesi, İran nükleer pazarlığının uzlaşmaya varmış olması.
Anlaşmanın kendisi için 30 Haziran’a dek beklemek gerekecek ve arada uzlaşmayı rayından çıkartma girişimleri olabilir ama başta ABD, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ile Almanya’dan oluşan P+1 ile İran arasında, tüm uluslararası sistemin ve en başta da Ortadoğu bölgesinin çehresini değiştirecek nitelikte gerçekten de “tarihî” nitelikte bir anlaşmaya ulaşılmış olduğu gerçeği değişmeyecek.
Tüm uluslararası ve bölgesel siyasi dengeleri etkileyecek olan çok büyük bir adım, ABD Başkanı Barack Obama’nın ısrarıyla, “mühletin dolmasına rağmen” müzakerelere devam iradesiyle ve özellikle ABD ve İran dışişleri bakanları John Kerry ve Muhammed Cevad Zarif’in katkılarıyla atıldı.
“İran nükleer dosyası”nın çok karmaşık teknik yönleri var. Bunlar anlamak bile ciddi uzmanlık gerektiriyor. Konunun siyasi yönüyle de içiçe geçiyorlar. Böyle bir konuda, benim en önemli başvuru kaynaklarımdan biri, İstanbul’da ikamet eden Uluslararası Kriz Grubu’nun “İran uzmanı” –kendisi de İran kökenli- Ali Vaez. Ali Vaez, adım adım izlediği gelişmelerin son aşamasında da İsviçre’nin Lausanne şehrindeydi. O, ne yazacak diye günlerdir bekliyordum.
“Dosya”ya en vakıf kişilerin başında gelen Ali Vaez, uzlaşmaya ilişkin olarak dün yaptığı değerlendirmede, “Bu uzlaşmada pek hoş durmayan çok şey var. Ama uzlaşıldı işte. Müzakere, doğası gereği, tek bir tarafın mercekleriyle bakıldığında mükemmel olmayan sonuçlar üretir” diyor ve şöyle devam ediyor:
“İran, ABD ve müttefiklerinin tercih ettiğinden daha yüksek bir uranyum zenginleştirme kapasitesini koruyor, buna karşılık yaptırımların kaldırılması ise İran’ın arzu edeceğinden daha yavaş ve daha alt düzeyde gerçekleşecek şekilde ortaya çıkıyor. Uzlaşma karşıtları bu tür zaaflar üzerine yüklenecekler gibi gözüküyor. Bu nedenle, her iki taraf için, ikna edici bir zafer söylemi, akılcı bir anlaşmayı güvence altına almak ve uygulanabilir kılmak için gerekli.”
Bu “giriş”in ardından ABD ve İran’a çeşitli öneriler sunuyor.
Ali Vaez kadar İran konusunda kulak verdiğim kişilerden biri de, yıllardan beri dost olduğum Washington’da yaşayan Zerdüşt-İran kökenli olan Triti Parsi. Triti Parsi, “National Iranian American Council”ın (Ulusal İran-Amerikan Konseyi) adlı ABD’de “İran’ın ılımlıları” lehinde faaliyet gösteren bir lobi kuruluşunun başkanı.
Triti Parsi ismi, asıl, 2007’de yayımlanmış olan “Treacherous Alliance: The Secret Dealings of Israel, Iran, and the United States” (Kalleş İttifak: İsrail, İran ve ABD’nin Gizli İlişkileri) adlı çarpıcı kitabıyla duyulmuştu. Kitap, Trita Parsi’nin Francis Fukuyama gözetiminde SAIS’teki doktora tezinin genişletilmiş haliydi ve söz konusu ülkeler arasındaki “üçlü ilişki”nin Ortadoğu politikasını nasıl biçimlendirdiği üzerinde dururken, İran ile İsrail arasındaki çatışmanın “ideolojik” olmaktan ziyade “stratejik” olduğu tezini savunuyordu.
Trita Parsi, “nükleer uzlaşma”nın sağlanması üzerine bana gönderdiği e-mailde şunu yazdı:
“Amerikan neo-con’ları, İsrailli şahinler ve Arap diktatörleri, aynı şekilde, aynı kâbusu görüyorlar: Bir nükleer uzlaşmadan sonra, ABD ve İran seslendirilmeyecek bir ittifaka yönelecekler ve ABD, Ortadoğu’daki geleneksel müttefiklerine dönük güvenlik yükümlülüklerine ihanet edecek.”
Trita Parsi, böyle olmayacağını öne sürüp, niçin olmayacağını anlatıyor ama “Ortadoğu dengeleri” onun sözünü ettiği, Amerikan neo-con’ları, İsrailli şahinler ve Ortadoğu’nun Sünni diktatörlerinin ortaklaşa gördükleri “kâbus”a göre kendisini ayarlamaya başladı bile. Örneğin, Suudi Arabistan’ın Yemen’e giriştiği saldırı bu şekilde yorumlanıyor.
Bir ucunda ABD’nin, diğer ucunda İran’ın yer almış gözüktüğü bir “uzlaşma”, bölgede en az İsrail kadar, Suudi Arabistan’ın eteklerini tutuşturuyor. İsrail Başbakanı Netanyahu, “uzlaşma”ya karşıtlığını Amerikan Kongresi’nde Obama’ya karşı konuşma yapmaya kadar vardırmıştı. Suudiler ise yeni Kral Salman tahta çıkmasıyla birlikte, “Sünni liderliği” oluşturarak, İran’a karşı koyma yoluna koyuldular.
Bu amaçla,
1. En kalabalık Sünni-Arap ülkesi Mısır ile sahip oldukları “eksen”e en yakın müttefikleri Birleşik Arap Emirlikleri’nin yanısıra Katar’ı da çekmenin yanısıra, Müslüman Kardeşler karşıtlıklarına yeni bir ayar vermeyi kararlaştırdılar.
2. Bu çerçevede, Türkiye’ye –Tayyip Erdoğan’a- de, bir önceki Kral Abdullah zamanında kapatılmış olan “Riyad kapısı”nı açtılar.
3. Suriye’de Ahrar eş-Şam adlı örgütünün belkemiğini oluşturduğu (Türkiye’nin desteğindeki) “İslami Cephe”ye yardımın yanısıra, el-Kaide’nin Suriye kolu an-Nusra’yı arkaladılar. Bunun sonucunda, an-Nusra, bir vilayet merkezi olan İdlib’i ele geçirdi. İŞİD’in elindeki Rakka’dan, sonra İdlib (Türkiye’nin Hatay sınırının dibinde) Esad rejiminin elinden çıkan ikinci vilayet merkezi.
4. Yemen’de Şiiliğin bir türevi sayılan Zeydiler’e ait Husilere karşı (Yemen nüfusunun yüzde 30-40’ı) hava saldırıları başlattılar. Bir yandan da Yemen’e müdahale için Sünni Arap kara ordusu kurmaya çalışıyorlar.
İşin ilginç tarafı, Ortadoğu’daki “geleneksel” müttefiklerini terketmek istemeyen ABD, Suudilerin, İran nüfuzuna düşmüş gördükleri Yemen’e saldırmalarını onaylıyor. Öyle ki, İran’a ilişkin görülmemiş biçimde “posta koyar” gibi ilk kez konuşmuş olan Tayyip Erdoğan’ı da, Obama bu “Yemen yaklaşımı”ndan ötürü telefonla aradı ve Türkiye Cumhurbaşkanı’na Washington’da üst düzey yetkililerce bir süredir uygulanan “konuşma ambargosu”nu delmiş oldu.
Ortadoğu’nun karışık hali, zaten kafaları daha da karıştırmaya aday iken, “İran nükleer uzlaşması”nın daha da karıştıracağına kuşku yok.
Obama’nın Suudileri ve İsraillileri “teskin etme çabaları” olsun, Tayyip Erdoğan’a “telefon açmalar” olsun, bütün bunlar, “ABD-İran uzlaşması”nın yol açması kaçınılmaz “bölgesel denge değişiklikleri”ni önleyemez.
Bu “uzlaşma”nın en önemli sonuçlarından biri, 1979’daki İslam Devrimi’nden beri uluslararası sistemde bir tür “parya” muamelesi gören İran’ın “saygın” ve “etkili” bir “aktör” olarak sistemdeki rolünün “kabul görmesi” olacaktır.
Bu da, en kestirmeden, İran’ın Ortadoğu’daki “ağırlığı”nı daha da arttıracaktır. Dahası, 1972’de Washington ile kurulan ilişki, Çin’in uluslararası sisteme girişini ifade ederek, anlamı ve sonuçları yıllar sonrasına yayılan bir etkiyi nasıl ortaya çıkarttı ise, İran’la “nükleer uzlaşma”nın da benzer siyasi sonuçları olacaktır.
Bu duruma ilişkin olarak Türkiye’nin yapması gereken, şimdilerde yapıldığı gibi, Suudilerin peşine takılmaya çalışılarak “mezhepçi” bir rotaya girmek asla olamaz.
Bu, başka bir yazının ve uzun tartışmaların konusu.
Şu an için en önemli olan, “dünya barışı” açısından varılan “nükleer uzlaşma”nın değerini bilmek.
Ve, gelecek tasarımını buna göre –mezhepçilik yapmadan- ayarlamak...
Paylaş