Paylaş
Aralarından biri bana seslendi, kendisini tanıttıktan sonra “Ben 13 yıl hapis yattım. Hapis yatmaya alışıkız biz” dedi gülümseyerek, “Yeter ki siz, kaleminizi hak ve adalet için kullanmaya devam ediniz...”
Grotesk bir andı. Tutuklunun, özgür bir bireye özgürlüğünü özgürlük için kullanması için alicenap bir çağrıda bulunma anı.
KCK davası, -dünde vurguladım- a’dan z’ye “siyasi” bir dava. KCK operasyonlarının zamanlaması bile, davanın “siyasi karakteri”ni ortaya çıkarıyor.
Operasyonlar, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinin hemen ertesinde başlatılmıştı. Daha “Açılım” ortada yoktu. İkinci dalga ise “Açılım”ın “Habur kazası” üzerine frene basılarak durdurulduğu ve DTP’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatıldığı günlerde gerçekleşti.
Seçilmiş belediye başkanlarını kapsayan “ikinci dalga” KCK operasyonu, Nazi toplama kamplarına götürülen Yahudileri çağrıştıran, plastik kelepçelerle Diyarbakır Adliyesi bahçesinde dizilen Kürt şahsiyetlerin görüntüsüyle, Türkiye’nin “utanç sicili”nde yerini aldı.
Başından beri, gücüm yettiğince KCK operasyonlarına karşı çıktım. Atılan adımın “KCK’yı PKK’lılaştırmaya yol açacağını, oysa gelinen noktada yapılması gerekenin PKK’nın KCK’lılaştırmak olduğunu” yazdım, çizdim, haykırdım.
Hedefi, “dağdan indirmek” olarak koyduysanız, “dağdan zaten inmiş” olanları içeri tıkarak, “şehirlerde siyaset”e alanı kapatırsanız, “dağın yolunu genişletmek”ten başka bir şey yapmamış olursunuz.
Anlatmak istediğimiz buydu, yapılan, tam da “yapılmaması gerekenin yapılması” oldu.
Hükümet çevresinin mantığı ise farklıydı. KCK operasyonu ile PKK’ya ağır bir darbe indirileceğini, bölgede gerek Ak Parti’nin gerekse PKK karşıtı ya da PKK baskısı nedeniyle rahat edemeyenlerinin önünün açılacağını tasarlamıştı.
Bölgenin merkezi, bölgenin nabzının attığı yer, Diyarbakır. Gidin görün Diyarbakır’ı. PKK’nın “manevi gücü”, KCK operasyonunun ilk dalgasının gerçekleştiği 554 gün öncesinden çok daha güçlü. Hükümet, kayayı kaldırmış ama PKK’nin kafasına değil, kendi ayağına düşürmüş durumda.
12 Eylül referandumunda “Evet” ile BDP’nin “boykot”u ile ayrışmış olan Diyarbakır kamuoyu (tüm Güneydoğu), KCK davasında bir kez daha buluştu.
* * *
Diyarbakır’dan önce geçen hafta cuma ve cumartesi günleri Almanya’da Bottrop adlı küçük bir şehirde Komkar’ın “4. Kürt Kitap Fuarı”ndaydım. “Anadilde Eğitim En Temel İnsan Hakkıdır” şiarıyla düzenlenen Kitap Fuarı’nın gündeminde iki gün boyunca Türk ve Kürt konuşmacıların katıldığı paneller vardı. Komkar, PKK karşıtı, silaha bir mücadele yöntemi olarak herzaman karşı çıkmış Kürtlerin Avrupa örgütlenmesi. Onu biliyordum ama Almanya’da Bottrop diye bir şehrin olduğunu gidene dek bilmiyordum. Kuzey Ren-Vestfalya eyaletinde, Essen’in dibinde, Düsseldorf’a, Gelsenkirschen’e, Dortmund’a yakın, Ruhr Havzası’nın küçük bir şehri.
Toplantının açılışında 140 bin nüfuslu Bottrop’un belediye başkanı Bayan Budge ile Entegrasyon sorumlusu Dieter Pillath konuştu. Onların verdiği bilgilerden, 140 bin nüfuslu şehirde 100 anadil konuşulduğunu öğrendim.
Peki anadilde eğitim?
20 öğrenciye varan bir talep varsa, eyalet yönetimi anadilde eğitimi sağlama yükümlülüğünde imiş.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın her Almanya’ya ayak basışında ikide bir “Asimilasyon insanlık suçudur” sözleriyle, bugünkü Almanya’yı “asimilasyonist” olmakla eleştirmesinin meşru bir temeli yok.
O sözleri Almanya’da söyleyen Başbakan’ın kendi ülkesinde “asimilasyoncu” bir politika izlediğinden habersiz, anadilde eğitime karşı çıkması, ne Ruhr Havzası’nda ne de Türkiye’de yaşayan Kürtlerin (Türklerin de) dikkatinden kaçmıyor.
Düsseldorf’dan Diyarbakır yönüne uçarken, uçakta pazar gününün Türk gazetelerini okuyorum. Tayyip Erdoğan’ın Kızılcahaman konuşmasındaki şu sözlerini hayretler içinde görüyorum:
“Terör örgütünün desteğiyle ülkede siyaset yapanlar var. Bunların dilinde barış var. Resmi dilin Almanya’da Türkçe olarak kabul edilmesi ve anadilde eğitimin Türkçe olarak yapılması gibi bir talebimiz olmamıştır. Kaldı ki orada yaşayan Türkler azınlık hukukuna sahiptir. Benim ülkemde yaşayan Kürt kardeşlerim, Kürt vatandaşlarım bu ülkenin asli unsurudur...”
Türkiye’nin Kürtleri azınlık hukukuna konu olmadıkları için anadillerinde eğitim göremeyecek, mahkemelerde anadillerinde savunma yapamayacaklar. “Bu ülkenin asli unsuru oldukları için” ise, anadillerinde eğitim ve mahkemelerde anadillerinde savunma yapmaları söz konusu olmayacak.
Dünyanın hiçbir yerinde görülmeyecek ve kimseye anlatılmayacak türden bir saçmalık ile yüz yüzeyiz.
* * *
Başbakın’ın Kızılcahamam konuşmasında şu cümleler özellikle dikkatimi çekti:
“Bizim sevdiğimiz kadar, benim Kürt kökenli vatandaşlarımızın temsilcisi olduğunu söyleyenler inanın onları bizim temsil ettiğimiz kadar temsil edemezler.”
Bu sevgi söylemi anlamsız. Hiç kimse, Diyarbakır’ı Diyarbakırlılardan, Hakkari’yi Hakkari”lilerden, Doğubeyazıt’ı Doğubeyazıt’lılardan, Van’ı, Van’lılardan sevme imtiyazına sahip olamazlar. Vatanın görmediğiniz, ayak basmadığınız her karışını, o karış üzerinde yaşayanlardan daha fazla sevemezsiniz. Kürtlerin vatan sevgisini, siyasi eğilimlerine bağlayarak, sorgulayamazsınız da.
O vatan parçasının üzerinde yaşayan Kürtleri, elbette, sevebilirsiniz. Ama, sevdiklerinizin anadiline pranga vurarak, onları sevdiğinize kimseyi inandıramazsınız.
Dolayısıyla, onları, onlara sormadan “sizin temsil ettiğiniz kadar kimsenin temsil edemeyeceğini” de ileri süremezsiniz.
İnanmayan, gitsin Diyarbakır’da şöyle bir yarım saat-bir saat sokaklarda dolaşsın. Orada devletten soyutlanmış bir halk yaşıyor. Diyarbakır’da devlet, güvenlik güçleri, mahkeme salonu, cezaevinden başka bir varlığa ve “temsil gücü”ne sahip değil.
KCK mahkemesi gecesi, Diyarbakır Kervansaray’da Kürtler, Ahmet Türk, Aysel Tuğluk, Sırrı Sakık, Sezgin Tanrıkulu ve BDP’li milletvekili Akın Birdal ile paylaştığımız yemek masasında en doğru sözü, Diyarbakır’a pek nadir ayak basan bir Türk yazar söyledi:
“Önümüzde duran sorun, nasıl bölünmeyeceğimiz değil, nasıl birleşeceğimiz...”
Paylaş