Paylaş
O yüzden, hiç kimsenin, ister Yargıtay Başkanı olsun, ister Yarsav yöneticileri olsun, ister CHP ve DSP’nin tepesindekiler olsun, “hukuka saygı”dan söz etmeleri, “yargı bağımsızlığı”ndan dem vurmaları ve Anayasa Mahkemesi kararının beklenmesi çağrısını yapmalarının bir değeri yoktur.
Yargıtay Başsavcısı’nın mesleğinin hukukçuluk olması, başvurusunun “siyasi” karakterini gizleyemiyor ve başvuruyu “hukuki”leştiremiyor. Nitekim, Yargıtay Başsavcısı, attığı adımın öylesine altında kalmıştır ki, gerek Yargıtay Başkanı’nın gerekse kimi meslektaşlarının kendisini “savunmak” üzere ortaya çıkmaları zorunlu hale gelmiştir. “Yüksek yargı”, Cuma günü siyasete ve demokrasiye “taarruz”dan, Pazartesi günü “savunmaya çekilme” noktasına gelivermiştir.
Çünkü, Türk yargısı, Cuma akşamüstü gündeme düşen “Ak Parti’nin kapatılması” girişimi ile ölümcül bir yara almış, bir anlamda “üç kuvvet”ten biri olarak tanımlanan yargı,”harakiri” yapmıştır.
Türk devlet sistemine, “adalet” kavramına, yargının itibarına öyle bir darbe vurun ki, bu darbenin altından kolay kolay kalkılamasın dense, bu, ancak, Yargıtay Başsavcısı’nın Ak Parti’yi kapatma başvurusu ile mümkün olabilirdi.
Gazete kupürleriyle, ideolojik mülahazalarla, ön yargılarla, niyet okumalarla oluşturulmuş, Türkçe bozukluklarıyla malul bu iddianame, Hukuk fakültelerinde, “bir savcı iddianamesi nasıl yazılmaz” ya da “hukuk dışı bir iddianame nasıl yazılır” diye ders ya da seminer konusu olabilecek nitelikte.
Bu iddianamenin, Yargıtay Başsavcısı sıfatı taşıyan bir kişinin elinden çıkması, onun imzasını taşıması kadar, Türkiye’de yargı kavramını ve erkini yaralayacak bir şey olamaz.
Ancak, bu “girişim”i, Yargıtay Başsavcısı’na bağlamak yanıltıcı olur. Yargıtay Başsavcısı, olsa olsa, “kötü bir raportörlük” yapmıştır. Nitekim, gerek Başbakan Tayyip Erdoğan, gerekse “sosyal demokrat” kimliği tartışılmayan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, söz konusu “girişim” ile “Ergenekon soruşturması” arasında irtibat kuran açıklamalar yapmışlardır. Ertuğrul Günay, Başsavcı’nın “yönlendirildiği”ni söylemiştir.
Yani, “olay”, Başsavcı’nın “yalnız olmadığı”nı ifade ediyor, Başsavcı’nın ötesinde “başkaları”nın bu “iş”le ilgili olduğu duygusunu veriyor.
Bizim de kanaatimiz, birinci dakikadan beri bu yönde oldu.
*** *** ***
Cumartesi-Pazar günleri, Antalya’da “Ortadoğu’da İhtilafın :Bedeli” başlıklı uluslararası bir toplantıdaydım. İddianamede haklarında “siyaset yasağı” istenen Devlet Bakanı Mehmet Aydın, Ak Parti genel başkan yardımcılarından, dış ilişkilerden sorumlu Egemen Bağış ile eski dışişleri bakanlarından Yaşar Yakış ve Ak Parti’nin ekonomiden sorumlu genel başkan yardımcısı Şaban Dişli de, konferansın katılımcıları arasındaydılar.
Konferans oturumlarında Ortadoğu konuşuldu, kulislerde, yemeklerde, özel sohbetlerde ise sadece Ak Parti’nin kapatılması için Yargıtay Başsavcısı’nın Anayasa Mahkemesi’ne başvurusu.
“Ne dersin, kapatılır mı?” sorusuna bol bol muhatap oldum.
Cevabım, “Bu, Yargıtay Başsavcısı’nı aşan, onun sadece raportörlüğünü yaptığı daha geniş bir siyaset mühendisliği projesi görünüyor” oldu. Yani, “hukuki değil, bir siyasi sürecin eşiğindeyiz”...
Üstelik bu, “siyaset mühendisliği” pek zekice de kotarılmış değil. Siyasetten yasaklanması istenenlerin bir kısmı bakan, bir kısmı MKYK üyesi, bir kısmı milletvekili. Bakanların, yöneticilerin ve milletvekillerinin bir bölümü ise “siyaset yasağı” isteminin dışında bırakılmışlar. Ak Parti’nin TBMM çoğunluğunu düşürme ve partiye içerden çatlatmak amaçlı bayağı bir “aritmetik çabası” dikkat çekiyor.
İpe sapa gelmez gerekçelerle bezenmiş iddianamenin Anayasa Mahkemesi’ne gönderilme zamanlaması da dikkat çekici. Cuma akşamüstü. Perşembe değil, pazartesi değil; mesai saatleri içinde değil. “Demokrasiye hasım uyanıklar”, üç buçuk kuruşluk ekonomi bilgileriyle, Türkiye’nin ayaktan vurulması işlemini borsa kapandıktan sonra ve hafta sonu tatili başladığı sırada yapmaya özen gösteriyorlar.
Hatırlayın, 27 Nisan e-muhtırası da Cuma gününe ve üstelik gece yarısına denk gelmemiş miydi?
Şunun şurasında yarım yıl önce yüzde 47 oy almış bir iktidar partisini kapatmaya kalkışan ve bu anlamda Türkiye ve dünya tarihinde bir “ilke imza atan” zihniyet, Ak Parti’nin 24 saat içinde kapatılamayacağını ve iktidardan bu yolla düşürülemeyeceğini bilemeyecek kadar geri zekalı ya da kör mü?
Olmamalı gerekir. Bu “girişim” bu bakımdan kısa vadeli değil, orta ve uzun vadeli bir “iktidar mücadelesi”nin, bu mücadelede sonuç almak için Türkiye’yi “istikrarsızlığa sürükleme” hesabının bir halkası görüntüsünü veriyor.
Ancak, öylesine “ideolojik iflas” halindeler ki, bu amaçlarını yerine getirmek için kullandıkları araçlar, 27 Nisan e-muhtırasındaki (2007) gibi Türkçesi bozuk, mantık örgüsü gayet kötü bir metin ve 14 Mart (2008) Yargıtay Başsavcısı iddianamesindeki gibi çürük hukuki gerekçeler ve inandırıcı olmayan ve yine zayıf bir Türkçe ile ortaya konuyor.
Araçlarının zayıflığı, Türkiye’nin istikrarına kastetmek kararlılıklarının ve inatlarının güçlü olmadığını göstermiyor. O nedenle, bu son hamlenin “Ak Parti’yi güçlendireceği” gibi acele hükümlere de itibar etmemek gerekiyor.
Türkiye’ye bir düzeyde yansıması kaçınılmaz olan “küresel mali kriz” kapımızı çalarken, böyle bir hamlenin, Türkiye’deki ekonomik dengeleri olumsuz etkilemesi ve buradan Ak Parti iktidarını sıkıntıya sokmak hesabının bulunduğu görünüyor.
“Ankara bürokrasisi” ve CHP ile birlikte, medyanın bir bölümünün Ak Parti’nin şahsında Türkiye’nin demokratik ufuklarını karartmaya yönelik sistemli, planlı bir “kalkışma” içinde bulunduklarını görmeli ve bu son “girişim”i, doğuracağı sonuçları göz önüne alarak ciddiye almak zorundayız.
*** *** ***
Avrupa Birliği’nin, Avrupalı önemli devlet adamlarının ve “demokrasi denetim kurumu” sayılan Avrupa Konseyi’nin, Ak Parti’nin kapatılması girişimini, “Avrupa’nın demokrasi değerleriyle bağdaşmaz” bulduklarına ilişkin vakit geçirmeden yaptıkları açıklamaları bir yana kaydetmeliyiz.
Bu noktada, başta Başbakan Tayyip Erdoğan’a ve iktidar partisine önemli görevler düşüyor. Seçimlerden bu yana izledikleri savruk tutumu ve bu ülkenin demokratik kamuoyunda yol açtıkları hayal kırıklarını gözden geçirmeleri, sesli olmasa bile özeleştiri yapmaları ve buna göre bir strateji belirlemeleri, o stratejinin içindeki taktik adımları doğru tasarlamaları ve durumun gerektirdiği “ittifaklar siyaseti”ni benimsemeleri gerekiyor.
Geldiğimiz “demokrasiye kast edilme” noktasında, aylardır rota kaybetmeleri, öncelikleri şaşırmaları ve savrulmalarının önemli payı var. Bir Adalet Bakanı düşünün ki, Yargıtay Başsavcısı, 162 sayfa tutarında iddianame düzenlerken haberi bile olmuyor. Bir Başbakan Yardımcısı var ki; her türlü demokratik açılımın önüne kendini atarken, onun adı “siyaset yasağı” talebine konu olmuyor.
Ak Parti, kendisine çekidüzen vermeli, “demokratik reformcu ruhu” yeniden canlandırmalı ve Türkiye’yi “yasakçı hukuk”un egemenliğinden çıkaracak, siyasi parti kapatmayı imkansız hale getirecek anayasal ve yasal düzenlemeleri vakit geçirmeden yapmalı ve sürekli “halka başvurmayı” ve ülkeyi AB rotasına, eş anlamlı bir deyimle “demokrasi rotası”na kararlı biçimde sokmayı gerçekleştirmelidir.
Son “anti-demokratik girişim”, kamu vicdanında müthiş bir tepki yarattı. Bu “kitlesel duygu”ya hukuk güvencesi getirerek, “demokrasiye zafer yolu”nun önünü açmak zamanıdır...
Paylaş