“Cuntalar” ortaya saçılıyor; Devlet kabuk değiştiriyor…
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
“Âkil Adamlar” diye de bilinen, 2008 Nobel Barış Ödülü sahibi, eski Finlandiya Cumhurbaşkanı Marti Ahtisaari’nin başkanlığını yaptığı “Bağımsız Türkiye Komisyonu” ile önceki gece bir araya geldik.
İtalya Senato Başkan Yardımcısı Emma Bonino, eski Hollanda Dışişleri Bakanı Hans Van der Broek, eski İspanya Dışişleri Bakanı Marcelino Oreja ve eski Avusturya Dışişleri Müsteşarı Albert Rohan’dan oluşan “Âkil Adamlar” Türkiye’nin AB mücadelesindeki en etkili ve üstelik en saygın Avrupalı lobi sayılıyor.
Ahtisaari başkanlığındaki grup, bizlerle görüşmeden önce Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşmüştü, dün de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan ve CHP Genel Başkanı Deniz Baykal ile görüşecekti. Konu, elbette ki, Türkiye’nin nereye doğru gittiği, bugün nerede durduğuydu. “Türkiye’nin yönü” bir başka deyimle “eksen kayması” olup olmadığı başlıca tartışma başlığıydı.
Ülkemizin mevcut gündemini ve içinden geçtiği dönemi anlatan saygın bir öğretim üyesi, Amerika’nın yönetici gücü olarak kimilerince öne sürülen “Askeri-Endüstriyel Kompleks” kavramını hatırlatarak, Türkiye’de on yıllardır “Askeri-Bürokratik Kompleks”ten söz edilebileceğini söyledi, Ahtisaari ve arkadaşlarının anlamalarını kolaylaştırmak için. Türkiye’nin “Askeri-Bürokratik Kompleksi”nden söz edildiği anda, eş anlamlı olarak “Askeri-Yargısal Kompleks”ten de söz edilmiş oluyor.
Nitekim ertesi sabaha yani düne yine “askeri yapı”dan üreyen yeni bir “belge” ile uyandık. Taraf gazetesinin imzalı manşeti “Kod adı Kafes” diye Deniz Kuvvetleri bünyesinde 41 kişilik hücreden oluşan “Özel Operasyon Gücü Komutanlığı” tarafından hazırlanan bir plânı sayfalarına taşımıştı.
Buna göre, Ak Parti iktidarı üzerinde çorap örmek ve nihaî kertede iktidarı devirmek için tasarlanan eylemlerin plânlaması yapılmalıydı. Beş aşamalı plân, esas olarak, gayrımüslim vatandaşları hedefe oturtuyor. Gayrımüslimlerin isim, adres, okul, vakıf ve ibaret yerleri belirlenecek, İstanbul Adalar’da bombalama eylemleri gerçekleştirilecek, duvarlara tehdit yazıları yazılacak, tehdit telefonları açılacak, azınlık hakları savunucularına karşı suikastlar düzenlenecek ve bunların günahı “irtica”nın ve onun “siyasi temsilcisi” Ak Parti hükümetinin üzerine yıkılacak.
“Belge”nin tarihi, pek tarihte kalmış değil. Nisan 2009. Bu yıla ait. Altındaki imza Ergenekon soruşturmasında tutuklanan bir Deniz Yarbay’a ait. Bir başka Ergenekon sanığı bir emekli Deniz Binbaşı’ya ait bir film CD’sinde bulunmuş. Deniz Kuvvetleri bünyesindeki “cunta”ya dahil isimler var ve “Cunta”nın tepesinde isimlerinin baş harfleri bulunan üç Amiral, yani Paşa!
Hadi bakalım…
*** *** ***
Sabah sabah güne Deniz Kuvvetleri’nde Nisan 2009 tarihi itibarıyla bir “Cunta”nın bulunduğu haberiyle başlamak şaşırtıcı mı?
Değil.
Deniz Kurmay Albay Dursun Çiçek, geçen hafta ikinci kez tutuklandıktan sonra, biraz tuhaf bir mahkeme oluşumuyla, itiraz üzerine 43 saat hapiste kaldıktan sonra serbest bırakıldığı vakit, birçok insan, içinden-dışından “Tamam” demişti, “Çok yakında bir darbe belgesi daha patlayacak.”
Bir hafta sonra ortaya çıktı. Ergenekon soruşturma evrakından çıktı. Savcıların ve polisin bildiği, öğrendiği bir başka “cunta yapısı” kamuoyunun dikkatine getirilmiş oldu. Öyle 2003-2004 yılına ait Sarıkız, Ayışığı filan değil, 2009’a, bu yıla ait. Tıpkı “ıslak imzalı belge”deki “İrtica ile Mücadele Plânı” gibi bunun da tarihi bu yıl içinde ve bunun da adı var: “Kafes Operasyonu Eylem Plânı.”
Dursun Çiçek’in serbest bırakılması üzerine, askeri yapıdan kaynaklanacak yeni bir “skandal beklentisi”nin de nedeni var; şu dönemde Türkiye’de her şey, yukarıda ifade edilmiş olan “Askeri-Yargısal Kompleks”in çatlamış olmasıyla ortaya dökülüp saçılıyor.
“Askeri-Yargısal Kompleks”teki çatlak, “darbe belgeleri”ni ortaya saçarken, bir bakıma “devlet”in yeniden kendini hukuka göre örgütlemesi gerektiğini de zorluyor. Yani, Türkiye, ya “Askeri-Yargısal Kompleks”in hükmettiği bir devlet olacak –ki, artık böyle olamayacağı için bu işler oluyor- veya gerçekten bir “Hukuk Devleti” olacak, “Hukukun Üstünlüğü” ilkesinin hükmettiği bir devlet olacak.
Bu da “asker”in de, yargının da “hukuk içine çekilmesi” anlamına gelecek.
Tabii, onlarca yılın kemikleşmiş, fosilleşmiş yapılarının çatlaması çözülmesi öyle kolay olmuyor. Sancılı bir süreçten geçerek oluyor bu işler ve bu yüzden ortada kimilerinin pek ürktüğü bir toz bulutu, bir karambol görüntüsü beliriyor.
Dikkatten kaçmaması gereken, tüm bu gelişmelerin “Ergenekon ekseni” üzerinde ve çevresinde cereyan ediyor olması. Ergenekon olmasaydı, Ergenekon üzerindeki örtü kaldırılmamış olsaydı, “Cuntalar”dan bîhaber, sabotajlarla, suikastlarla, siyasi cinayetlerle yaşamaya devam edecektik.
Ergenekon’la birlikte kurumlararası ve kurumlar içi çatışmalar da ön plâna, gün yüzüne çıkmaya başladı. “Turnusol Kağıdı”, “Askeri-Yargısal Kompleks”in hükmetmeye alıştığı devletten, “Hukuk Devleti”ne, “Hukukun Üstünlüğü” ilkesinin hükmedeceği bir devlet yapısına geçiş sürecinde nerede, nasıl durulduğudur. Devlet, mecbur, kabuk değiştirecek. Devlet, kabuk değiştiriyor.
Herkes, tarihin ve Türkiye halkının oluşturduğu “sınav jürisi”nin önündedir. Tam da bu nedenle, Türkiye’deki hukuksuzluğun karşısına hiçbir vakit dikilmemiş olan bugünkü İstanbul Baro yönetimi ve yandaşları, Taksim’e çıktıkları anda “Darbeci Baro Taksim’e Hoş geldin” pankartıyla selamlanırlar. Şaşıracak ve kızacak bir şey yok.
Tam da bu nedenle, Ergenekon bağlantısına ilişkin üzerlerinde kuvvetli kuşku bulunan yargı mensupları, yine yargı kararıyla dinleme altına alınırlar. Türkiye’de herkes dinleniyormuş ve ülke sanki bir “Korku Cumhuriyeti” altına girmiş gibi “Ergenekon karartması” yapacak şekilde vaveylâ kopartarak gündemi değiştirmek isteseler de, gündem değişmiyor. Bir yeni “cunta-darbe belgesi” hemen dolaşıma giriyor.
Çünkü kurumlar çatladı, çünkü kurumlar içi ve kurumlar arası bir savaş cereyan ediyor.
Ve gelinen noktada Türkiye’nin yönünü değiştirmek ve saptırmak mümkün olmuyor.
*** *** ***
Milliyet’te yeni zuhur eden bir köşe yazarı dün “Cengiz abi… Hiç yakışmadı” diye yazısına başlık atarak, benim “Ne var yani. Telefonlarımız dinleniyorsa ne var… Ben gocunmam” dediğimi iddia ederek, “Gazeteci telefon dinlenmesini savunur mu?” diye “etik” hatırlatma yapmış ve yazısını haddini aşarak şu cümleyle noktalamış: “İktidar yakınlığıyla ‘varsın hepimizi dinlesinler’ demek demokrasi ayıbıdır.”
Televizyonda dakikalarca bu konuda anlattığımı ve bu köşede yazdığımı bu hale sokarak yorumlayan birisi, ya “anlama özürlü” veya “kötü niyetli”dir. Ya da ikisi birden. Bu özelliği yazı sahibine yakıştırmak istemem.
Şunu hatırlatmakla yetineyim: Benim duruşuma yönelik çarpıtma ve “psikolojik savaş”a ben alışkınım. Bunlar, ta 1991’de başlatıldı. Bunu yapanların lideri ve ekibi şu anda Ergenekon’un önemli sanıkları olarak bir yıldan fazla bir süredir Silivri cezaevindeler. 1998’de bir “Andıç” –bilinen ilk “Andıç”ımız- hedefi oldum. “Andıç”ların ne olduğu ve onların başına neler geldiği ortada.
Böyle şeylerden uzak durun. Yalandan, çarpıtmadan, “psikolojik savaş”tan uzak durun.
Çünkü “Gerçeklerin bir gün mutlaka ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır”…