Paylaş
Türkiye 2015 bakımından en önemli gelişmenin genel seçimler olacağına kuşku yok. Seçim sonuçları, bir yönüyle 30 Mart 2014 Yerel ve 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle açılmış olan “seçimler zinciri”nin hem son halkası olacak ve hem de “Türkiye seçimler süreci”ne nokta koyarak, ülkemizin önündeki-en az- birkaç yılın kaderini çizecek önemde olacak.
2014 yılı, Tayyip Erdoğan’ın kafasındaki “Tek Adam” rejimine Türkiye’ye hayli yaklaştırdı ama bunu tümüyle sağlama alamadı. Daha öne çekilmez ise, Haziran 2015’te yapılacak genel seçimlerin vereceği sonuçlar, bu bakımdan da özel önem taşıyorlar.
Türkiye, “Tek Adam” rejiminin hukuki olarak sağlama alınabileceği yani Erdoğan’ın kafasındaki Başkanlık sistemine geçebilmeyi mümkün kılacak bir anayasa değişikliğine imkân verecek, yeterli aritmetikte bir AKP parlamento çoğunluğunun elde edileceği bir 2015 seçimi mi yaşayacak.
Şayet olursa, bunun nasıl mümkün olabileceği şimdiden tartışılmaya başlandı. Bugünden bakıldığında bunu mümkün kılabilecek tek ihtimal olarak, HDP’nin seçimlere parti olarak girmesi halinde, yüzde 10 barajının altında kalması görülüyor.
Bu konudaki tartışmaya Şahin Alpay da önceki günkü “HDP Ne Yapmak İstiyor?” başlıklı yazısıyla katıldı.
Şahin Alpay, yazısına “HDP’nin en geç bu haziran ayında yapılması gereken genel seçimlere yüzde 10 barajına rağmen, daha önce olduğu gibi bağımsız adaylarla değil parti olarak girme kararı, hükümet ile Abdullah Öcalan arasında yürütülmekte olan barış görüşmelerinde varılmış olan bir anlaşmanın sonucu mudur sorusunu ister istemez akla getiriyor” diyerek başlamıştı. Yazı, bu girişin akıllara getirdiği çeşitli “senaryolar”ın tartışmasıyla devam ediyordu.
Yüzde 10 gibi hiçbir demokratik sistemde kabul edilemeyecek yükseklikteki bir baraj ile girilecek 2015 seçimlerinde, HDP gibi “özellikleri olan” bir partinin, baraj altında kalma ihtimali var diye seçimlere parti olarak katılmamasını savunmanın “siyasi etik” ile bir ilgisi olamaz.
Kürt siyasi hareketinin lider kadroları, parti olarak katılmanın “ideolojik zorunluluğu” üzerinde duruyorlar ve “pratikte de” barajın üzerinde bir oran tutturulacağı kanısını ifade ediyorlar.
Nitekim, PKK’nin “güçlü adamı” Cemil Bayık, geçen hafta sonu Kandil’de Ayşegül Doğan’a verdiği ve Pazartesi gecesi IMC tv’de yayınlanan uzun söyleşisinde, “HDP’nin yüzde 10 barajına rağmen seçimlere parti olarak girme kararı riskli değil mi?” sorusuna şu karşılığı vermişti:
“Hayır. Tam tersine bağımsızlarlara girmek çok tehlikelidir ve tasfiyeciliktir... HDP bir demokrasi projesi, Türkiye’nin zihniyetini değiştirmek isteyen bir proje, devleti, toplumu, siyaseti değiştirmek isteyen bir proje... Onun için HDP’nin parti olarak seçimlere girmesini istemiyorlar. Bağımsız adaylarla girilmesini dayatıyorlar, buna inandırmaya çalışıyorlar.”
İlk bakışta gayet mantıklı çağrışım yapan sözler. Ne var ki, bunlar ve benzeri doğrultudaki sözler, Tayyip Erdoğan (MİT üzerinden) ile Abdullah Öcalan arasında –üzerinde belli konularda anlaşılmış- “perde arkasında pazarlık” yapılmış olduğu, “perde önünde” yani mikrofonların gerisinde “danışıklı dövüş” cereyan etmekte olduğu kanaatlerini tümüyle dağıtmakta yeterli olmuyor.
Kürt siyasi hareketinin belli karşılıklarını almak üzere, Tayyip Erdoğan’ın 2015 seçim hesaplarına ve onun tasarladığı türde bir “başkanlık sistemi”ne şimdiden “spekülasyonları” yaygın.
Kendi payıma, benim, bu spekülasyonların gerçeğe tekabül ettiğinden ve isabetinden kuşkum var. Ancak, bunların olabilmesi, yayılması ve önlenememesi, bugün ikinci yılını doldurmuş olan “Süreç”in yürütülüş tarzıyla doğrudan ilişkili.
“Çözüm Süreci” ya da “Barış Süreci” diye adlandırılan ve Kürt sorununun siyasi çözümü konusunda bugüne dek raslanmadık ölçüde umutlar uyandırmış olan içinde bulunduğumuz “Süreç”, iki yıl önce 28 Aralık günü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “İmralı’da Abdullah Öcalan ile devlet heyeti arasında görüşmeler yapıldığını” açıklamasıyla “start” almıştı.
28 Aralık 2012’den önce, 2011 yılının Temmuz ortasından itibaren canlanan silahlı çatışmalardan ötürü kan gövdeyi götürüyordu. Abdullah Öcalan ile her türlü temas kesilmişti. Cezaevlerindeki yüzlerce tutuklu aylardır aralarında birçoğunu ölüme yaklaştıran açlık grevlerine başlamışlardı.
Dolayısıyla, 28 Aralık 2012 ile “start” alan “Süreç”, Kürt sorununun içine girmiş bulunduğu önceki ortamla kıyaslanamayacak kadar olumlu yanlar taşıyor.
Bununla birlikte, “Süreç”in kırılganlığı da –yapısal nedenlerden de dolayı- devam ediyor. Ayrıca, “Süreç”, bir dizi “yöntem hataları” ile malûl. Bunların başında, AKP’nin “Çözüm Süreci”ni, bir “iktidar uygulaması” sınırları içinde “kapalı devre” götürmek istemesi geliyor.
Kürt siyasi hareketi, biraz da bu nedenle, sürekli olarak “Artık diyalogtan müzakereye geçilmesi gerekir” diye bastırıyor. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, dün Moskova’da, “Müzakereye geçilip geçilmeyeceği önümüzdeki 10-15 gün içinde belli olacak” diye konuştu ve bir “üçüncü güç”ün de devreye girmesinden söz etti.
İmralı-Kandil-Hükümet arasında gidip gelen Sırrı Süreyya Önder, birkaç gün önce “tüm sorunlar geride kaldı, yeni bir dönem başladı” şeklinde bir “müjde” vermişti. Demirtaş’ın sözleri, pek bu sonucu çıkartmaya uygun nitelikte değiller.
Tabii, Selahattin Demirtaş’ın sözleri, eğer yayılan spekülasyonların öne sürdüğü “danışıklı dövüş”e uygun bir amaçla, “görev dağılımı gereği” söylenmiş değillerse veya hükümeti harekete hızla harekete geçirmek gibi “pratik bir amaç” taşımıyorlarsa. Baksanıza, Murat Karayılan, “Abdullah Öcalan’ın Nisan 2015’te PKK Kongresi’ne katılabilmesi”nden bile söz etti.
Bu neyin nesi? Karayılan, bu sözleri neye dayanarak söyledi?
Bu arada, yine Cemil Bayık’a kulak vermekte yarar var. İngiliz The Guardian gazetesinde yayımlanan demecinde “Barış Süreci’nin tıkanması”nın nedenini, “Erdoğan’ın barış konusunda ciddi olmaması” ile açıkladı. (Sırrı Süreyya Önder’in ‘tıkanıklık aşıldı’ demecinden sonra) Ayrıca, “Cumhurbaşkanı’nın asıl amacının AKP’nin daha fazla oy elde etmesi, iktidarını sağlama alması ve anayası değiştirebilmesi için zaman kazanmak olduğunu” ileri sürdü.
İktidarın “Kürt dosyası”nı elinde bulundurduğu izlenimini veren Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, bütün bu çıkışlara, “Onun bunun söylediklerine kulak asmayın. Bizi izleyin. Hükümetin ne yaptığına bakın. Meşru siyaset kurumunun dediklerine itibar edin” mealinde bir tepki verdi.
“Süreç”in ne şekilde ve ne yönde ilerleyeceği konusunda ne “yasa dışı PKK”ye ne de AKP çevrelerinde açık açık “Kandil’in uzantısı” gibi takdim edilen Selahattin Demirtaş’a “kulak asmayacak” isek, “Süreç” tümüyle AKP’nin keyfine ve ölçülerine göre yol alacak (veya alamayacak) demektir.
Ama, daha önce de belirttiğimiz gibi, eğer “iş perde arkasında zaten bağlanmış” ise, bütün bunlar spekülasyondan hatta boş lâftan öteye gidemez. Öyle olup olmadığını, nasılsa, yakında öğreniriz.
“Süreç”in ikinci yıldönümünde geldiğimiz nokta, aslında, “sorun çözümü”e yaklaşmış olmaktan ziyade, ortada olan “algı yönetimi”dir. Bu sayede, ortada bir “Süreç”ten ziyade “süreç yönetimi” vardır.
Paylaş