Paylaş
Euro 2008’te Milli Takımımızın Portekiz karşısında oynadığı ilk maçta Cenevre’de Stade de Geneve’in tribünlerindeydim. Yarı finale kadar gelebileceğimiz o gün aklımdan geçmemişti.
Güney Çin’de Guangxi eyaletinde, belki de “dünyanın en güzel 50 kilometrelik bölümü ” sayılabilecek Li nehrinin Guilin-Yangshuo arasındaki kıyısında, sabaha karşı son maçımızı, yarı-finalde Almanya ’ya karşı Çin televizyonundan izleyebilecedim ise, aklıma hiç gelmemitti.
Maçın Çince anlatımını ve iki Çinli yorumcunun ekranda söylediklerinin kelimesini anlamadım. Ekran görüntülerinde her futbolcusunu bildidim takımımızın göz kamattıran bir futbol ile, Alman futbol makinasını nasıl acze dütürdüdünü futbolun dili aracılıdıyla anladım.
Maç, 1-1 iken, birden yayın kesildi ve ne dediklerini anlamadıdım iki Çinli yorumcu ekranda belirdiler. Lafları bitmiyor, maçın neden gösterilmedidini ve ne dediklerini bir türlü anlamıyorum. Sürekli olarak Kazım Kazım’ın Alman kalesinin üst direğinde patlayan şutu, Uğur Boral'ın ve Schweinsteiğer’in golleri, Semih Şentürk’ün kornerle önlenen volesi ekrana getiriliyor. Çıldıracağım ama Güney Çin kırsalının bir köşesinde, Li nehrinin kenarında, sabaha karşı bir otel odasında ne yapabilirim …
Hiçbir anlam veremediğim Çincenin karakterleriyle bir yazı beliriyor arada ve neyse ki rakamların Çincesi yok ve ekranda 2-2 ’yi görüyorum. Arkadan bildiğim yazı ile Klose ve Semih sözcüklerini görüyorum. Yayın kesileli on dakika olmuştu topu topu; bu maç nasıl 2-2 olabilir?
Aklımdan binbir düşünce geçerken yayın geri geliyor. Dakika 89. Bu maçı alacağız duygusu içimde. Yedeğin yedeği oyuncularla Almanların dünyaca ünlü oyunculardan oluşan takımının tozunu atmışız. Kornerlerde 8’e 2 öndeyiz. Bizim kaleyi bulan 11 tutumuza kartı Almanların aynı tekildeki süt sayısı 2. Topa sahip olma oranında yüzde 55’e 45 öndeyiz. Topla oynama süremiz Almanlardan 5 dakika fazla. Pas isabeti oranlarında bile onlardan iyiyiz. İstatistikler Çince olmayınca oyunun tümü hakkında net bir görüşe sahip olabiliyorum ve içimi Milli Takımımızla iftihar duygusu sarıyor.
“Bu maçı alacağız” inancı içime yerleşmişken ve saniyeler 40-45 ’e yürürken Alman takımı maçın son atağına kalkıyor. Philip Lahm’ın soldan depara kalktığını ve takım savunmamızın ortaya yoğunlaştığını görünce, içime doğuyor sanki; Güney Çin’de, Li nehri kıyısında sabaha karşı içimden “Eyvah” feryadı yükseliyor.
Lahm golü atıyor ve onmilyonlarca insanın Çin’in Guangxi eyaleti kırsalındaki tek parçası olarak, onlar gibi yığılıveriyorum …
Birkaç dakika içinde ülkemin insanları, İstanbul ’daki bazı evlerin içi, Berlin’in Kreuzberg semti, Çin’e gelmeden birkaç gün önce birkaç gün geçirdiğim Stockholm merkezindeki dev ekranlardan maçları seyreden yurttaşlarımızın yüz hatları, Güney Çin ’e uçmadan önceki gece Şangay’da gittiğim ve bana “Yarın gece maçımız var” diyen Uygur lokantasının Kaşgar’lı başgarsonunun gözleri, Azerbaycan’da, Kıbrıs’ta, Bosna’daki tanıdık mekanları o an karşımda görüyormuşum gibi görüyorum.
Aynı anda da Arda Turan’ın 89.dakikada gol attığı andaki İsviçrelileri, Nihat Kahveci’nin 89.dakikada Türkiye’nin 3.golünü attığı andaki Çekleri ve Semih Şentürk’un çeyrek finalde 120 artı 2’nin son saniyesinde attığı beraberlik golü sırasındaki Hırvatları, neyi nasıl yaşamış olabileceklerini anlayarak, “empati” ile düşünüyorum. Duygularını hissediyorum. Çünkü, aynısını o an ben yatıyorum.
Ve, o “empati”, kendi ülkeme ve kendi ulusuma ve daha da genit “halklar ailesi”ne, kısacası kendime, daha da derin bir “sempati”yle dolduruyor içimi.
Ve, Milli Takımımızın, herşeye rağmen “başımızı yukarı kaldırmıt” olduğunu, Türkiye’nin yakın tarihindeki bir yanıyla en ciddi ve dramatik, bir başka açıdan bakıldığında en absürd ve trajikomik bölünme ve çatışma dönemini geçirmekte olduğu şu günlerde hepimize “iyi geldiğini” farkettim.
Futbola en bigane ve hatta sınır bozucu bir alafranga snobizmle bakanlar bile, baktım Euro 2008 hakkında birşeyler yazmaya ve ahkam kesmeye başladılar. Kimisı, antropolojik, sosyolojik, psikolojik ve illa politik-ideolojik yorumlarını Milli Takım üzerinden yapmaya giriştiler.
Fena değil. Hiç yoktan iyidir. En azından, milyonlarca, milyarlarca insanın ilgilendiği, tutku duyduğu konulara dahil oluyorlar demektir. Bu süreçte kalırlarsa, arkasından, ister istemez, “alçakgönüllülük” gelir.
Tan Jun 24 yaşında. Orta ödretim yıllarında Çin Komünist Partisi’ne adımını atmış. Li nehri üzerinde, bambudan yapılmış bir sazın üzerinde, 500 yıllık ömrü olan, Ming ve Qing hanedanlarından beri aynı mimaride, aynı şekilde yaşayan Yu Cun adlı balıkçı köyüne giderken sohbet ediyoruz. Köye, Çin’in 1911’deki ulusal devriminin lideri Sun Yat-Sen ayak basmış, minik iskelenin çıkışına heykelini dikmişler.
Sun Yat-Sen’den gayri ayak basan bir Cumhurbaşkanı daha var, Bill Clinton. 1998’de, bu günlerde gelmis. Tan Jun, “Siz de üçüncüsünüz. Türkiye’yi temsil ediyorsunuz” diye takılıyor. Arkasından hemen ekliyor, “Futbolda çok iyisiniz. Bizim Çin gibi değilsiniz! ”
Xingping, Li nehri kıyısında ve nehrin çevresine yayılan binlerce konik tepe ile nefes kesen bir güzellik saçtığı panoramayı en iyi sunan noktada bir ilçe merkezi. Geçmişi 2000 yıl öncesine gidiyor. Türkiye-Almanya maçının ertesi sabahı, oranın haftalık pazarının kurulduğu gün. Çok yaşlı bir tahta oymacısı ile, işaretlerin dili ile iletişim kurmaya çalışıyorum. Nereli olduğumu soruyor. Cevabı alınca, bacaklarını büküp topa tekme atma hareketi yapıyor ve yüzüne yerleşen takdir ifadesiyle, elini “çok iyi” anlamında sallıyor. Milli Takımımız, Türkiye’nin adını Güney Çin’de nehir kıyılarındaki Çinlilere dek, “hayranlık ve sempati uyandırarak” taşımış mederse.
Euro 2008, kendi hesabıma, tam istedidim gibi geçti. Önce Milli Takımımız, Euro 2008 ’in “en heyecan verici” takımı olarak Türkiye ’nın adını tarih kayıtlarına geçirdi. Başarılı oldu. Dünyanın en sevilen spor dalında, bu dalın en ilerisinde olan Avrupa’da ilk dörde girdi. Türkiye’yi Avrupa gündeminde tuttu.
Ayrıca, tam da arzuladığım gibi, Euro 2008, Türkiye'de sığ “ulusalcılık”a değil, “enternasyonalizm”e hizmet etti. Bu, tüm ülkemiz ve toplumumuz açından bir kazançtır.
Geldik işin sonuna. Pazar günü Almanya ile İspanya, Euro 2008 ’in finalini oynayacak. Almanya’nin başında, benim Fenerbahçe’min eski teknik direktörü, genç ve dost Joachim Löw var, İspanya’nın başında ise benim Fenerbahçe’min önümüzdeki dönemdeki teknik direktörü yaşlı-batlı Luis Aragones.
Hangisinden mı yanayım? Euro 2008’i kim kazansın mı istiyorum?
Tabii ki, İspanya!
Yeni Türkiye’den nasıl yana isem, yeni Fenerbahçe’den yanayım. Dolayısıyla, Luis Aragones’in İspanya’sından yanayım. (Başkaca sebepler de var..)
Pazar günü Çin’de “Viva İspanya” demeyi bekliyorum.
Tunu unutmadan: “Teşekkürler Türkiye!”
Paylaş