Paylaş
SHP o sayede Süleyman Demirel’in DYP’si ile birlikte koalisyon ortağı olarak iktidara taşındı. 1977 seçimlerinden tam 14 yıl sonra, CHP hattına hükümet ortağı olmak şansı, büyük ölçüde o ittifak sayesinde gerçekleşti.
SHP-CHP hattında “ittifak”ın mimarı Genel Başkan Erdal İnönü idi. 1991 Aralık ayında Diyarbakır’da dönemin başbakanı Süleyman Demirel, “Kürt realitesini tanıyoruz” dediği vakit, kürsüde yanında Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü duruyordu.
TBMM’deki meşhur “Kürtçe yemin” yüzünden vaveyla kopartan Leyla Zana ile Hatip Dicle, Erdal İnönü’nün genel başkanı olduğu ve hükümet ortağı olacak partinin milletvekilleriydiler.
Kürtlerin SHP-CHP’den ayrışması
Erdal İnönü, iki milletvekilinin partiden istifasını istemek zorunda kaldı. HEP’liler, SHP listesinde yer alarak TBMM’ye 18 milletvekili sokmuşlardı. “Yemin krizi”nin ardından SHP’den ayrılıp DEP’i (Demokrasi Partisi) kurdular.
1991’in evveliyatı var. SHP’li 7 Kürt milletvekili 1989’da Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün düzenlediği “Kürt Konferansı”na katıldıkları için SHP’den ihraç edilmişlerdi ve ihraç kararının mimarı partinin genel sekreteri Deniz Baykal’dı.
SHP zamanla CHP oldu ve Deniz Baykal’ın genel başkanlığı altında 1999 seçimlerinde baraj altında kalarak, TBMM’ye giremedi. 2002 seçimlerinden sonra ise Deniz Baykal’ın liderliği altında adeta seçim kazanmasının imkansızlığını kanıtlayarak bugünlere ulaştı.
CHP’nin Türkiye’de “vesayet rejimi”nin parlamentodaki temsilcisi olması, demokrasiye değil asker-sivil bürokrasiye bel bağlayan tavrında, gönüllü “Silivri avukatlığı”nda, “Sosyalist Enternasyonal”dan ihracın eşiğine gelmesinde, MHP’nin “milliyetçilik” versiyonunu “ulusalcılık” adı altında “devlet milliyetçiliği”ne savrulmasında yansıdı.
Böyle bir partinin, seçimle iktidara gelmesi imkansızdı ve Türkiye’nin 2000’lerin ilk 10 yılında geçirdiği evrelerden sonra seçim dışında bir iktidar yolunun imkansızlığı da ortaya çıktı.
Bu bakımdan, Deniz Baykal’ın bir “komplo” ile de olsa, CHP’nin başından uzaklaştırılması, “yeni siyasi şartlara” uyumsuz CHP’nin kapağındaki tıkacın kaldırılması anlamına geliyordu ve Kemal Kılıçdaroğlu, tüm yetersizliklerine, kararsız görüntüsüne ve ürkekliğine rağmen, Türkiye’deki demokrasi güçlerinden belirli bir avans elde etti.
PKK ile Kürt seçmen ilişkisi
HEP-DEP hattı ise farklı gelişti. 1991’de seçim ittifakı yaptığı, hatta ondan öteye içine katıldığı CHP’nin sürekli küçülmesi ya da büzülmesinden farklı olarak büyüdü.
DEP’in kapatılmasından ve milletvekillerinin yaka paça TBMM’den alınıp tutuklanmalarına rağmen, yerine alan DEHAP ve ardından HADEP (hangisi önce hangisi sonraydı, biz de karıştırıyoruz) ile devam etti.
İmralı’dan gelen talimatla lağvedildi ve DTP’ye (Demokratik Toplum Partisi) dönüştü. Daha da büyüdü, seçim barajı nedeniyle bağımsız adaylar ile girdiği 2007 seçimlerinde TBMM’de grup kuracak sayıya ulaşma, 2009 yerel seçimlerinde içlerinde bir de büyükşehir belediyesi (Diyarbakır) bulunan 99 belediye kazanma başarısını gösterdi.
DTP, ve 2009 Aralık ayında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması üzerine derhal yerini alan BDP (Barış ve Demokrasi Partisi) yaklaşık 3 milyon oya hükmediyor ve bu 3 milyon oyu sağlam biçimde kontrol ediyor.
Onca isim değişikliğine rağmen, Kürt seçmenlerin kafası karışmıyor. O “hat”ta tereddütsüz oy veriyor. Bunlar yüzen gezen oylar değil, oy kullanmayan yakınlarıyla birlikte düşünürseniz 10 milyon civarında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının oluşturduğu bir siyasal-toplumsal taban.
Bunların PKK ile ilişkileri var mı?
Elbette var. Eğer PKK bugün yasal bir örgüt olsa, seçimlerde alacağı oy, aşağı yukarı BDP’nin alacağı oy kadar. Resmi söylemin “terör örgütü” etiketine, ABD ve AB’nin “terör örgütleri listesi”nde yer almasına, bunca yıldır trilyonlarca para harcanmasına rağmen bitirilememesinin temel nedeni bu gerçekte, “kitlesel tabana” oturmasında yatıyor.
Kafaları kuma gömmekten vazgeçelim
Günümüz dünyasında birkaç bin kişilik silahlı gücü bulunmasına karşılık, NATO’nun ikinci büyük ordusuna karşı çeyrek yüzyılı aşkın süredir bir örgütün varlığını sürdürmesinin –bu olgu göz önüne alınmadığı takdirde- mantıklı bir izahı olabilir mi?
Kürt sorununa “askeri çözüm” bulunmasının imkansızlığına bundan daha çarpıcı biçimde işaret eden bir “gerçeklik” olabilir mi?
Türkiye’de kafaları kuma gömmekten vazgeçip olan-biteni olduğu gibi görmek gerekiyor.
PKK’nin silahlı varlığının sona erdirilmesi, ülkenin kalıcı bir barış ve huzura kavuşturulmasının yolu, Kürtlere kendi kimlikleriyle siyasetin kanallarının tümüyle oluşturulması ve açılmasından geçiyor.
Erdal İnönü’nün 20 yıl önce HEP’lileri SHP bünyesi içinde “yasal siyasal alan”a taşıması bu yöndeki en anlamlı girişimlerden biriydi. HEP’liler de, tıpkı bugünkü BDP’liler gibi “PKK hattı”na dahildiler.
PKK, 1970’lerin Türk solu içinden ayrışarak doğan, ideolojik olarak bir “sol” hareket idi ve “DNA’sı” itibarıyla yasal alanda kendisine “işbirliği partneri” olarak en yakın CHP’yi görmesi anlaşılır bir durumdu.
Bu “hat”tın CHP’den ayrışması, kendisini değil CHP’yi zayıflattı ve CHP, “Fırat’ın doğusu”na geçemez oldu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun Diyarbakır ve Urfa’ya ayak basması ise –şimdilik-, bir “siyasi geri dönüş”ten ziyade “okul müsameresi”ni andırıyor.
CHP’nin önündeki zorunlu tercih
Kürt siyasi hareketinin “ana damarı”nın ayrışmasından sonra CHP ülke çapında küçüldü, Kürt siyasi hareketi ise yasal alanda da büyüdü ve “Kürt sorunu”nun “yasal tarafı” ve Kürt siyasetinin –yegane değilse de- temsilcisi haline tartışmasız geldi.
CHP içindeki gelişmeleri ve “ittifak” tartışmalarını bu “arka plan” ve “somut gerçekler” halinde değerlendirmekte yarar var.
Bir de şu gerçeği akılda tutmaya:
CHP, değişmezse sittin sene seçimle iktidara gelemez. Kürtlerin siyasi temsilcileri ile ister ittifak, ister işbirliği -ne derseniz deyin- yapmadığı takdirde, bırakın iktidarı, geçerli bir “iktidar alternatifi” de olamaz.
Paylaş