Paylaş
İki yıl önce Yeşiller ve Liberallerin düzenlediği konferansta konuşmacıydım. Geçen yıl, AP Komünist Grubu’nun düzenlediği 5.Konferans’a yine konuşmacı olarak katıldım. Desmond Tutu gibi insan hakları alanında dünyada sözü geçen şahsiyetlerin destek verdiği konferansa bu yıl Hasan Cemal ve Oral Çalışlar da katıldı.
Hasan ile Oral ayaklarının tozu ile Brüksel’den döndüler. Onların izlenimlerini –yazılarını okumak dışında- henüz dinlemedim, ama konferansta kimin ne söylediğini dikkatle izliyorum.
Örneğin Emine Ayna, Türkiye’deki “süreci” değerlendirirken, “12 Eylül darbesinde bu kadar çocuk tutuklu değildi. Bu siyasi darbedir. İçişleri Bakanlığı, polis tarafından gerçekleşen bir siyasi darbedir. DTP kapatıldı, bu bir siyasi darbedir” demiş.
Ve devam etmiş: “Uygulanan faşizmdir. Ne yazık ki öyledir. Demokrasi ve barış kelimeleri ile faşizm uygulanmaktadır. Açılım diyerek darbe gerçekleşiyor, kötü olan bu.”
Yurt dışına çıkış yasağı nedeniyle Brüksel’e gidemeyen Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir ise bir mesaj göndermiş, mesajında “Açılım sürecinde Kürt politikacıların cezaevine konulmasının AKP hükümetinin planının bir parçası olduğunu” ifade etmiş. “Hükümet tek siyasi rakibini yok etmeye çalışıyor bölgede; eski DTP, yeni BDP’yi. Eğer siyasi süreç böyle devam ederse, hükümet bölgede diyalog kurabilmek için artık tek bir Kürt bile bulamayacaktır” diye de eklemiş.
Güneydoğu’da Kürt halkımıza yönelik kabul edilemez baskıyı “zulüm” diye niteleyerek yazı başlığı yapmış olan benim hükümeti bu konuda eleştirmek bakımından hiçbir sıkıntım yok. Ancak, kantarın topuzunun kaçması ve yanlış yönde eleştiriler konusunda söyleyeceklerim var.
*** *** ***
Hedefe hükümeti ve Ak Parti’yi oturtarak, bunu “faşizm” diye tanımladığınız ve üstelik “İçişleri Bakanlığı ve polis tarafından uygulanan bir faşizm” olarak nitelediğiniz anda, kiminle aynı safta yer aldığınızın farkında değil misiniz diye sorarlar.
Bir süre önce nereden, niçin pompalandığı belli olan biçimde Türkiye’ye “sivil faşizm”, “tek parti diktatörlüğü” gibi kavramlar öne çıkartılarak başlatılan kampanya ile gündem ipotek altına alınmaya çalışılmıştı.
Bu kampanya, tıpkı EMASYA Protokolü gibi “Balyoz”un altında kaldı. “Balyoz Darbe Planı” ortalığa saçılınca, “sivil faşizm” çanına ot tıkandı. Şimdi Kürt siyasi şahsiyetlerinin aynı söylemi,Batı’daki “Türkler”den devralarak aynı dalga boyunda yayına başlamasını neyle açıklamak gerekiyor?
Hafta başında aralarında bazı bakanların da bulunduğu Başbakan’ın yakın çevresinden “Açılım hedefi”nin yitirilmemesi gerektiğini, yitirilmediğini kesin bir dille teyid eden açıklamalar dinledik.
İki gün önce bizzat Başbakan, İstanbul’da sanat ve kültür yaşamının –aralarında Kürtlerin de bulunduğu- tanınmış şahsiyetleriyle “Açılım”ın canlandırılacağına ilişkin açıklamayı kamuoyu önünde yaptı.
“Askeri vesayet rejimi”nin dayanakları ortadan kaldırılmadan, bir başka deyimle Ankara’da gerçekten iktidar olamadan, izdüşümünü Güneydoğu’da barış olarak bırakacak “Açılım”ın da gelinen noktada ilerlemeyeceğine ilişkin hükümet çevrelerinde bir anlayış söz konusu.
Bütün bunlar, elbette ki, Güneydoğu’da estirilen ve kabul edilemez uygulamaları meşru kılmaz. 1000’den fazla çocuğun hapiste ya da yargılanmakta olmasının gözardı edilmesine gerekçe teşkil etmez.
Ancak, Türkiye’de bir yandan devletin kurumları içinde kıyasıya bir mücadele sürerken, bir kurumun yaptığını bir başkası bozarken, hatta bir kurumun kendi içinde farklı davranışlarla dışa vuran bir tür “devlet iç savaşı” sürerken, Türkiye’deki rejimi “faşizm” diye nitelemek ve “faşizm”in kaptan köşkünü “hükümet” olarak tanımlamak ne derece doğru olur?
Kürtlerin böyle bir tanım üzerine şekillenecek bir siyasetten nasıl çıkarları olabilir?
*** *** ***
Bu “söylem”i tutturanların her konuşmalarının sonunda, Avrupa Parlamentosu’ndaki “Kürt Konferansı”nın sonuç bildirgesinde olduğu gibi “barış ve diyalog” çağrısı yapmaları da ilginç.
İlginç ve bir yandan da çelişkili. Söz konusu olan faşizm ise, “faşist otorite” ile mi “barış” yapmak ve “diyalog kurmak” istiyorsunuz diye de sorarlar. Çünkü faşizme karşı mücadelenin yolu ve yöntemi bellidir.
Dün DTP ve bugün BDP ile temsil edilen legal Kürt siyasi hareketinin artık siyaset yapmayı öğrenmesinde yarar var. Abdullah Öcalan’ın, siyasi süreçteki önemi ve yerini, hükümetin idrak etmesi ne kadar gerekli ve sorunu çözüme yakınlaştırıcı bir role sahip ise, BDP’nin de kendisine “İmralı Halkla İlişkiler Bürosu” olmaktan öteye bir rol edinmeyi öğrenmesi de o derece gerekli.
Bunu kendi uslubuyla geçenlerde zaten Abdullah Öcalan’ın kendisi de söyledi. PKK’nın yasa dışı bir örgüt olduğunu, BDP’nin ise legal bir parti olduğunu, BDP’nin ikide bir PKK’ya ve kendisine referans vermemesi gerektiğini bildirdi. Bir anlamda, BDP’ye “bana dayanmadan kendi ayaklarınızın üzerinde yürümeyi öğrenin” demeye getirdi.
Bütün bunları yazınca, Ak Parti hükümetinin Güneydoğu’daki uygulamadaki münasebetsizliğini unuttuğumuz da sanılmasın.
Ak Parti de, BDP de aynaya bir kez daha bakmalı ve “Açılım”ın önünün nasıl açılacağına kafa yormalı.
Zira bugüne kadar izledikleri yolla, her ikisi de “Açılım”ın önüne açmaktan ziyade tıkadılar...
(Dünkü yazımda Ferhat Sarıkaya adı yanlışlıkla Ferhat Karakaya diye yazılmış. Düzeltir, özür dilerim. cç.)
Paylaş