Paylaş
Bir hafta sonra Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ile İstanbul’da geniş bir otel süitinde bir yemek masasınan çevresinde buluştuk. Cuma akşamüstü Beyrut’tan dağa tırmanırken, Baabda’da Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Süleyman’a ulaşmak için Almanya’nın yaşı 90’a dayanmış eski cumhurbaşkanı Richard von Weizsacker ile beklerken, olan-biten gözüme pek komik görünmeye başladı.
Baabda’daki Lübnan Cumhurbaşkanı konutundan içeri neyse ki girdik. Roma döneminden kalma eşsiz heykellerin süslediği geniş avludan yine gayet geniş bir salon. Frenkçe “Damascene” denilen bir dekor. Şam işi üzeri sedef kakmalı koltuklar. Otuz kişi kadarız. Önümüze düşen Richard von Weizsacker. Lübnanlı teşrifatçılar, hemen yerimizi almamız için kışkışlıyorlar.
Oturduğumuz anda, salonun ucundaki kapı açılıyor ve teşrifatçılardan biri “dikkaaat” cinsinden bir komutla hepimizi ayağa kaldırıyor. Ayağa fırlamamız ile ceketlerimizin düğmelerini bir lahzada ilikliyoruz. Lübnan Cumhurbaşkanı Michel Süleyman’a sırayla kendimizi tanıyor ve el sıkışıyoruz.
İçimden “Bu tantanayı ne Türkiye, ne Irak cumhurbaşkanlarıyla yaşadım. Şu Alman cumhurbaşkanı Richard von Weizsacker’in alçakgönüllüğüne bak, bir de şuradaki havaya” sözcükleri geçiyor.
Galiba cumhurbaşkanlarının temsil ettiği ülke ne kadar küçük, dünya siyasetindeki rolü ne ölçüde az ise, havası da onunla ters orantılı büyük oluyor.
*** *** ***
Bu gözlemimi Beyrut’ta “Ortadoğu’da Kriz Yönetimi: Bölgesel Sorunlara Bölgesel Çözümler” başlıklı konferans için gelmiş, iki hafta önce ta Liechtenstein’da “İran” konulu benzer bir toplantıda birlikte olduğum Amerikalı, Lübnanlı, Iraklı tanıdıklara aktarıyorum.
Gülüşüyoruz.
Onları Beyrut’ta da gördüğümde “Sirke benziyoruz. Bir orada bir burada” demiştim. Bizim halimiz de komik sayılabilir. Koca koca cumhurbaşkanları, krallar, başbakanların altından kalkamadığı sorunları, üzerimize vazifeymiş gibi orada burada tartışıp duruyoruz.
Amerikan Dışişleri’nin yakın geçmişe dek en parlak Ortadoğu uzmanlarından olan Daniel Kurtzer, uğraştığımızın pek de “anlamsız” olmadığını vurgulamak istercesine, “Hatırlıyor musunuz” diye hatırlatıyor, “İki hafta önce Liechtenstein’da İranlılardan biri, ‘Başkan Obama Nevruz vesilesiyle İran’a bir mesaj gönderirse, Amerika-İran diyalogunun başlaması yolunda çok önemli bir adım atılmış, çok değerli bir jest yapmış olur’ demişti. Obama bugün bir video mesajıyla o denileni yaptı.”
Liechtenstein’daki son oturumda, oturum yöneticisi, “Somut öneriler ortaya koyun. Size şu bilgiyi vermek istiyorum: Bu toplantımızdan Hillary Clinton’un haberi var. Buradan çıkacak somut sonuçlar onun bilgisine sunulacak” demişti.
Acaba, Obama’nın Nevruz vesilesiyle Bush’unkine yüzseksen derece ters ve sürekli İran’a “saygı”yı vurgulayan video mesajının bizlerin dünyanın bir köşesinde konuşup tartıştıklarımızla bir ilgisi var mı?
Bunu bilemiyorum. Bildiğim, Obama ile birlikte dilin, uslubun, yaklaşımın değiştiği ve bizim Türkiye’nin merkezinde yer aldığı konuların tartışmasının pek hareketlendiği.
Bu hareketliliğin Türkiye ile ilgili izdüşümü Kürt meselesinin şu sıralarda öne çıkan “PKK’nın silahsızlandırılması” yönüne ait.
Bu hareketliliğin göbeğinde bulundum. Abdullah Gül, Tahran yolunda “Önümüzdeki günlerde Kürt meselesine ilişkin iyi şeyler olacak” dediğinde bu sözleri işiten üç kişiden biriydim. Bir hafta sonra Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, “PKK’nın silahsızlandırılması amacıyla Nisan sonu veya Mayıs’ta Erbil’de bir Kürt konferansı toplanacak” dediği vakit, bunu dediği dört kişiden biriydim.
29 Mart seçimlerinin patırtısından çıktığımız vakit ve Obama’nın Türkiye ziyaretiyle birlikte, bölgeye ilişkin tartışılmakta olan her konu ve bu arada bizim “Kürt meselesi” yeni bir ivme kazanacak.
Bu, besbelli.
Peki, nereye doğru ve nasıl yol alıyoruz?
*** *** ***
Evet, bölgede hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak. Çok yönlü ve yoğun bir hareketlilik var. Ancak, ABD ile İran arasında tüm bölgedeki dengeleri etkileyecek bir diyalog kapısının açılacağından emin olamıyoruz.
Aynı şekilde, “PKK’nın silahsızlanması” konusu da, bu amaçla Erbil’de toplanması tasarlanan Kürt konferansının akıbeti de belli değil. Hiçbir şey çantada keklik değil çünkü.
Çünkü, hiçbir şey otomatiğe bağlı gelişmiyor. Yaratıcı olmak, düşünülmeyeni düşünmek, yapılmayanı yapmak, atılmayan adımı atmak zamanındayız.
Açık konuşalım. “PKK’nın silahsızlanması”na büyük bir barışçıl atılıma ulaştırmak bağlamında yaklaşılmazsa, bunu “PKK’nın tasfiyesi” zorlamasına dönüştürmeye kalkarsak, bu iş toslar.
“Silahsızlanacak” PKK’lılara izleyecekleri “tek yol” olarak “Eve Dönüş Yasası” hükümleri gösterilirse, bu onlara “silahsızlanmayın, aramızdaki hesaplaşmayı bugüne dek yürüttüğümüz usulden sürdürelim” demekten başka bir anlam taşımaz.
Bu bakımdan “Genel Af” kavramına alerjiden kurtulmak gerekiyor. Adı öyle konulmasa dahi, o içerikte bir düzenlemeyi öngörmeden ne Erbil’deki Kürt konferansı, ne başka bir şey, “sorun”u kendiliğinden çözemez.
Yine de iyimserlik için geniş alan mevcut. Birincisi, söz konusu “ezber bozma” yaklaşımı artan sayıda “kanaat önderi” tarafından benimseniyor.
İkincisi ve daha önemlisi, Obama’nın harekete geçirdiği dinamik, Türkiye’yi öyle özel ve imtiyazlı bir konuma oturtuyor ki, Türkiye bölgede ve hatta dünyada oynayabileceği büyük rolü, PKK ile irtibatlı “mide sancısı” ile oynayamaz.
Bu olgu, Türkiye’ye “sorunu” aşabilmesi için “kendi payına düşeni yapmaya” yönlendirecek.
“Gerçekçi” olduğunuz ölçüde “iyimser” olmaya hakkınız vardır...
Bu da benim “günlükler”den, “Beyrut-Baabda Günlükleri”nden...
Paylaş