Paylaş
Yarısı değişse bile 1982 Anayasası’nın “ruhu”nda bir değişiklik olmayacak. 21. Yüzyıl “bireyin yüzyılı” olarak niteleniyor. 1982 Anayasası ise, demokratik-sivil anayasaların temel ruhunu oluşturan şekilde “bireyi devlete karşı korumak” mantığıyla değil, tam tersine “devleti bireye karşı korumak” mantığıyla hazırlanmış “güvenlik doğrultulu” bir anayasadır ve “anayasa felsefesi” bakımından ruhu bozuktur.
Bu yönüyle hiçbir şekilde bir “toplumsal sözleşme” de değildir elbette. Beş kişilik bir askeri cuntanın atadığı “Danışma Meclisi” tarafından yapılmış, 5’li cuntanın onayı alındıktan sonra “halk oyu”na sunulmuştur. “Ölümlerden ölüm beğen” denircesine. Çünkü “anayasaya hayır”ın yasak olduğu bir kampanya yürütülmüş, “anayasaya hayır” diyenlerin başına çorap örülmüş ve halka “Ya bu Anayasa’yı kabul edeceksin veya 5’li cunta tepende kalmaya devam edecek; tercih senin” denmiştir.
Halkımız, yüzde 90’un üzerinde bir oy çoğunluğu ile “yeter ki siz gidin” anlamında bir oy kullanmış ve anayasanın kabulünden sonraki ilk genel seçimlerde seçimlere girmesine izin verilen üç partinin arasından, askerlerin kendilerine en uzak olduğunu bildirdikleri partiyi tek başına iktidara getirmiştir.
O gün bugündür –geldik 2010 yılına- değiştir değiştir, Anayasa iflâh olmamaktadır.
Dolayısıyla, en iyisi yeni bir anayasa yapmaktır. “Uzlaşma”ya dayalı bir “yeni toplumsal sözleşme” en iyisidir.
Ne güzel düşünce. Bunca yıldır ısrarla ve inatla bunu en başta biz savunuyorduk. Şimdilerde TÜSİAD da bunu savunuyor, işçi sendikaları da, bir grup aydın da.
Görünürde uzlaşmak için her türlü malzeme mevcut; un, su, şeker ve iş helvayı yapmaya kalmış. Ama yapılamıyor.
Niçin?
Çünkü 1982 Anayasası’na sımsıkı sarılan güçler, başta 1982 Anayasası ile yetkileri anormal ölçüde güçlendirilen yüksek yargı organları, bürokratik oligarşi, onun siyaset sahnesindeki devlet eksenli uzantıları sımsıkı biçimde kendilerine bu “imtiyazları” sağlamış olan anayasaya sarılmış vaziyetteler.
Son değişiklik paketine kaskatı biçimde direnen siyasi odaklar, 1982 Anayasası’nın yerine yeni, sivil ve demokratik bir anayasa yapılmasına karşı olanlar.
Yeni anayasa yapılabilmesi için, son anayasa değişikliklerinin –daha da iyileştirilerek- geçmesinden başka bir “yol haritası” yok. TBMM’den geçerek, olmazsa doğrudan halk iradesiyle söz konusu değişikliklerin gerçekleşmesi mümkün olmazsa yepyeni bir anayasayı da unutun.
*** *** ***
Bugüne dek geçen 15 değişiklik paketi ve değişmesi öngörülen (ve de değişen) 85 madde, 3’ü geçici 26 maddelik son değişiklik taslağı kadar gürültü çıkartmadı.
Niçin?
Ak Parti bunu “uzlaşma”yla hazırlamadığı için mi?
Aynı ülkede yaşıyoruz, çocuk mu kandırıyorsunuz? Bu mu gerekçe gerçekten?
Bu değişiklik taslağının (yeni anayasadan vazgeçtik) bu kadar büyük gürültü kopartmasının tek nedeni var: Prof. Mithat Sancar’ın dünkü Taraf’ta “Anayasa tartışmaları ve demokratik siyaset” başlıklı yazısında belirttiği gibi, paket, “vesayet sisteminin temel sütunlarından biri olan ‘yargı’yı düzenlemekte” olduğu için, büyük gürültü kopuyor.
“HSYK’nın tam bir oligarşik yapıya sahip olduğu ortadadır. Bu yapının, vesayet sistemindeki diğer yapı olan orduyla etkileşimine dair pek çok açık veri vardır. Bu alışverişin yarattığı sonuçlar, yani ‘ağır’ adaletsizlik halleri’ de, hafızasını tümüyle yitirmemiş herkesin az ya da çok bilgisi dahilindedir.”
Şemdinli Savcısı’nı daha sonra Genelkurmay Başkanı olacak dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı’nın bir cümlesi üzerine elinden soruşturma dosyasını almak ne kelime, meslekten ihraç eden, avukatlık yapma hakkını bile elinden alan mevcut HSYK’dan söz ediyoruz. Hukuktan nasibini ne kadar aldığı tartışmalı ve her gün “siyasi demeç” veren bir HSYK yapısından söz ediyoruz. Hafızamız da yerinde.
367 gibi hukuk tarihine “utanç sayfası” eklemiş mevcut Anayasa Mahkemesi’nden söz ediyoruz.
Bu yapıların oluşumunu “demokratik meşruiyet”e göre ve daha “çoğulcu” mekanizmalarla sağlamayı öngören bir anayasa değişikliği taslağıyla karşı karşıyayız.
Bunlara yönelik ne tavır alacağız? Nerede duruyoruz?
Bu değişiklik önerilerinin eksikliklerine işaret etmekle birlikte, “değişiklik gereği”nden mi yanayız, yoksa “hamur yoğurmaya niyeti olmayan akşama kadar un eler” hesabı, binbir dereden su getirerek, bir sürü süslü lâfın arkasında “değişiklikler”e karşı mı duracağız.
Kısacası, “askeri vesayet rejimi”nin temel sütunlarına yönelen ve “demokratikleşme”nin önünü bir nebze daha açma imkânı sağlayacak, buna uygun dinamikleri güçlendirecek “değişiklikler”den yana mıyız, değil miyiz?
*** *** ***
“Venedik Komisyonu” üyesi Prof. Dr. Ergun Özbudun dün de söylüyordu, “En acil ihtiyaçların yer aldığı bu paketi zamansız ve aceleye getirilmiş bulmuyorum. Teknik kusurlar ve ifade hataları mevcut. Anayasa Komisyonu veya genel kurul aşamasında düzeltilecek şeyler… Ama 82 Anayasası kabul edildiğinden beri tartışıyoruz bizler. Daha ne kadar tartışacağız. 30 yıl yetmiyor mu?.. Dünyanın hiçbir yerinde yüzde 100 mutabakatı sağlayamazsınız?”
İsmet Berkan dün ülkenin referanduma odaklanacağını, haziran sonu veya ağustos sonunda yapılacak referandum için çok sert, çok amansız bir kampanya yürütüleceği” ihtimaline dikkat çekerek soruyordu: “Bu kadar gergin bir referandumun ülkede barış içinde birlikte yaşamaya, yani demokrasiye ne kadar faydası olacaktır acaba?”
Cevabı basit: Çok faydası olacaktır.
Zira söz konusu gerginlik, kabuk değiştirmesi için çoktan zamanı gelen ülkede 1982’ye dayalı askeri vesayet rejimini devam ettirme direncinden kaynaklanıyor. Değişim ve dönüşüm, kolay ve kendiliğinden olan bir şey değil. Zamanı geldiğinde karşı konulabilir bir şey de değil.
Aşıldığı vakit, sonuç, faydalı olacak.
Türkiye’de olmakta ve olacak olan, tıpkı Avrupa Nükleer Araştırma Merkezi’ndeki (CERN) heyecan verici büyük deney gibi bir şey. Nasıl CERN’de ‘büyük hadron çarpıştırıcısı’ndaki enerji miktarı yıllardır beklenen deneyin yapılabileceği seviyenin eşiğine gelmişti”; Türkiye’de de askeri vesayet rejiminin oluşturduğu yargı yapısının değişmesi için biriken enerji, beklenen değişikliğin yapılabileceği seviyenin eşiğine geldi.
Hadise budur.
Paylaş