Paylaş
AKP’nin iki hafta sonra “Reis’in iradesi”ne uyarak bir olağanüstü “formalite kongresi” toplayacağı ve yine “Reis’in iradesi”ne uymak üzere ve “Başbakan yapılmak için” Ahmet Davutoğlu’nu Genel Başkan seçeceği anlaşılıyor.
AKP’lilerin ”Şeytan’a uyup”, Abdullah Gül’ü genel başkan seçmeleri ihtimalini ortadan kaldırmak amacıyla, olağanüstü kongrenin 27 Ağustos’ta yapılmasının kararlaştırıldığı malûm. AKP’nin “Reis’in iradesi”ne “tümüyle tabi” bir parti haline gelmesi bakımından 27 Ağustos önemli bir kilometre taşı olacak.
6 Ağustos tarihli “AKP’nin son demleri” yazımızda kastettiğimiz böyle bir durumun gerçekleşmesi idi: 2002 yılında iktidara geldiği sırada ve bir süre daha sürdürmüş olduğu kimliğin sona erişi.
O yazıda;
“Türkiye’de 2000’li yılların başından –kurulduğu günden itibaren- “reformcu bir taşıyıcı” olarak “misyon” yüklenmiş olan, AKP, zaman içinde çok ama çok büyüdü ama bir “reformcu taşıyıcı” olmaktan “Tayyip Erdoğan’ı iktidarına taşıyıcı” bir “aparat” haline dönüştü.
Bir başka özelliği de, siyasi parti olmaktan sıyrılıp, geniş bir çıkar ortaklığını ifade eden dev bir “şirket”e dönüşmüş olmasıdır. Dolayısıyla, 10 Ağustos’ta ilk turda Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı seçildiği anda, AKP’nin, 2000’li yılların başındaki “reformcu taşıyıcılığı”, Çankaya’ya çıkacak “Reis”in “aparatı”na dönüşerek noktalanmış olacak…” demiştik.
Aynı yazıda şöyle bir hüküm de ifade etmiştik:
“10 ya da 24 Ağustos’la birlikte, AKP artık Tayyip Erdoğan’ın “otoriterleşme” yolundaki ve “devlete hükmetme” hesaplarındaki “aygıtı”dır. Şayet yolda içinden kopmalar olursa, bunlar, yine tarihimizdeki “Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka”, “Serbest Fırka” ve “Demokrat Parti” ile analojik tahlillere konu olabilirler.
“Ebedi Şef” nasıl Ali Fuat Cebesoy, Kazım Karabekir, Fethi Okyar, Rauf Orbay ve Refet Bele gibi “silah arkadaşları”ndan kopmuş, hatta onların bir kısmı İstiklâl Mahkemelerinde hakim karşısına bile çıkmışsa, 21. Yüzyıl’ın başında Tayyip Erdoğan’ın AKP’yi birlikte kurduğu arkadaşları da benzer bir akıbeti izleyebilirler.”
Yazının bu bölümünün, daha şimdiden Abdullah Gül ve AKP içindeki arkadaşlarına uyarlanabileceği, 10 Ağustos sonrası gelişmelerle doğrulanmış olduğu seziliyor.
Yazıda, AKP’nin –“Reis” ve adamları hernekadar “davâ”dan söz etmeyi sürdürseler de- bir “misyon partisi” olma hüviyetinin sona ermekte bulunduğunu şöyle dile getirmiştik:
“AKP’nin “misyon partisi” olmaktan “Tek Adam”ın “aygıtı” olmaya dönüşme serüveni, bir bakıma Türkiye’de “siyasi İslamcılık”ın “örgütsel serüveni” açısından dramatik bir son noktaya ulaşmayı ifade ediyor.”
Bu vesileyle, AKP’nin “İslamcı” vasfına “İslamcı kimlik” namına ve üzerinde önemle durulmayı gerektiren argümanlarla itiraz edenler bulunduğunu belirtmeliyim. Başta Ali Bulaç. Zaman’da 7, 9 ve 11 Ağustos tarihlerinde “Ak Parti ve İslamcılık” başlıklı esaslı üç yazı yazdı. Tayyip Erdoğan’ın “İslamcı” sayılmaması gerektiğini, AKP’nin de “İslamcı” olmadığını vurguladı.
Ali Bulaç’ın son derece önemli üç yazısının ilkinden bir bölüm:
“… AK Parti İslamcı bir parti midir? Hayır. Çünkü;
a) Kurulurken dinî referans almadıklarını, İslamcı olmadıklarını açıkça iç ve dış kamuoyuna deklare etmişlerdir,
b) Benimsedikleri siyasi kimlik (muhafazakâr demokrasi), programları; 2002’den bu yana takip ettikleri sosyal ve iktisat politikaları, kültür ve medeniyet tasavvurları, din anlayışları ve dini kamusal hayat içinde konumlandırma biçimleri; bölge ve uluslararası politikaları İslamî değildir.”
Ali Bulaç’a göre, AKP “İslamcı” bir parti değildir ama “dindar”lar tarafından kurulan ve yönetilen bir partidir ve bu nedenle İslâm’a daha da büyük zarar veriyorlar. İşte ikinci yazısında buna dair bölüm:
“… Ama “dindar görüntüleri”nin dinin kendisine verdiği zarar merkez sağ ve milliyetçi siyasetçilerin dindarlıklarından çok daha fazladır. Çünkü temel siyasi tercihleri ve takip ettikleri politikalar dolayısıyla dinin içini boşaltıyorlar, İslam’ın asla temel felsefi varsayımları itibariyle onaylamadığı bir iktidarın yol açtığı zulüm ve haksızlıkların İslam’a ve Müslümanlara fatura edilmesine sebep oluyorlar.”
Ve, özellikle Tayyip Erdoğan’ın en güçlü başbakan adayı Ahmet Davutoğlu’nu ve ona bel bağlayanları canevlerinden vuracak nitelikteki satırları:
“AK Parti iktidarı, önce bölgesel entegrasyon, arkasından İttihad-ı İslam idealine ne kadar hizmet etti? Bizi bu ideale yaklaştırdı mı, uzaklaştırdı mı? Bugün İslam dünyasının sadece yönetim kademelerinde değil, samimi entelektüelleri, kanaat önderleri ve kamuoylarında Türkiye’yi ciddiye alan bir coğrafi bölge kaldı mı?
Bize ait olmayan bir iktidar bizi kendisine benzetti, ejderhayı öldürmeye giderken ejderha olduk. Toplum çözülüyor; aile derin sarsıntı geçiriyor; eşitsiz ve adaletsiz gelir bölüşümü vicdanları yaralıyor; koruma altına alınan bir zümre magandalaşıyor, iktidardan elde ettiği gelirle görgüsüzleşiyor, yoksullara karşı duyarsızlaşıyor; toplum anlamdan ve amaçtan yoksun tüketimle tahrik ediliyor; milliyetçilikler ve mezhepçilik azdırılıyor; milyonlarca dar ve sabit gelirli kredi politikalarıyla bankalara bağımlı hale getiriliyor. Şehirlerimiz gökdelen ormanları halinde Batı’nın gecekondularına dönüşüyor; boş retoriklere rağmen Türkiye küresel güçlerin arkasında hazan yaprağı gibi sürükleniyor, sıkıştığı yerde NATO’yu imdada çağırıyor: Toplumu ahlaki ve sosyal olarak takviye etmesi gereken cemaat ve tarikatlar, sivil gruplar kamu kaynakları üzerinden devlete bağlanıyor.”
Ve, son yazısında yer alan, bir “Müslüman”ın AKP’den ne bekleyebileceğine, Tayyip Erdoğan’a niçin “biat” gerekmediğine ve bütün bunların ötesine dair, şu çok çarpıcı satırlar:
“Muhalif bir İslamcı’nın dindarların iktidarından talep edeceği yegane şey “temel haklarının güvence altına alınması”dır. Bunların başında ifade özgürlüğü ve eleştiri hakkını kullanırken kendini güvende hissetmesi, nifak ve ihanetle suçlanıp mahkum edilmemesi gelir.
Tabii ki AK Parti ile diğer partiler aynı değil. Ama bu AK Parti’yi bir Müslüman olarak masum gösterme ve her hatasına “olsun, bizdendir” demenin gerekçesi değildir. En başta bizler AK Parti’yi eleştirmeliyiz. Bir Müslüman, ancak fıkıh ve kelam kitaplarında şartları belirlenmiş bir siyasi liderin tam olarak arkasına takılır. Geçmişte İslam alimlerinin neredeyse tamamı, fıkıh ve kelam açısından “ideal imamı veya halife”nin şartlarını sıralayıp cair yöneticilere muhalefet ettiler. Bugün “hak söz söyleme” konumunda olması gerekirken, İslam alimlerinin bu şartları haiz olmayan siyasetçileri kayıtsız şartsız destekleme mevkiinde olmaları; milletvekili veya bakan olmak için entelektüel ve akademisyenlerin siyasetçiler karşısındaki uslu duruşları hüzün verici. Bilmiyorlar mı ki asıl ve sahici iktidar bilgi, irfan, ahlaki rehberlik, hukuk mücadelesi ve fikirdedir.
İslam, ahlak ve edeptir. Edep dahilinde tartışmasını, müzakere etmesini bilmiyoruz. Söze okkalı hakaret, küfür, kötü sıfatla başlıyoruz. Buradan hayır çıkmaz.
Türkiye İslamcıları, dindarları, cemaat ve grupları bu sınavda başarılı olamadı. Ortadoğu’daki mezhep grupları ve fırkalar da aynı durumdadırlar. Tih çölüne düştük, bunun 40 yıl cezasını çekeceğiz. Bu ilahi yasadır.”
AKP’nin içine düşmekten kaçınamayacağı “kimlik bunalımı” ve İslâmi hareketin içine girmiş bulunduğu “ideolojik ve siyasi kriz”…
Bütün bunlar, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarını etkileyecek, tartışılmaya muhtaç, önemli konular…
Paylaş