Paylaş
Soğuk Savaş döneminin henüz başlarında Türkiye’nin NATO’ya alınma süreci ardından Küba Misil Krizi, Johnson mektubu, Büyükelçi Komer olayı, Haşhaş krizi ve Kıbrıs çıkarması Soğuk Savaş döneminde Türk-Amerikan ilişkilerini had safhada gerginleştiren olaylar oldu.
90’lardan sonra; Amerika’nın birinci Irak müdahalesinin ardından Türkiye’ye vaat ettiği desteği tam anlamıyla sağlayamaması, çekiç güç süresinin devamlı uzatılması esnasında yaşanan krizler, Türkiye’nin PKK’yla mücadelesinde Amerika’dan yeteri kadar destek alamadığına dair kamuoyundaki söylemler, ikinci Irak müdahalesi öncesindeki teskere krizi, Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey Irak yönetimiyle olan ilişkileri, Çuval krizi, son yıllarda Suriye’de, Amerika Birleşik Devletleri’nin PYD ve YPG’ye karşı Türkiye’nin rezervlerine rağmen onlara olan tutumu ve daha niceleri...
Neticede, Türk-Amerikan ilişkileri 1950’ler itibariyle krizlerle ve gerginliklerle dolu dönemlere şahit olmuştur. Bu normaldir. Soğuk Savaş döneminde Rusya’nın sınırında bir Türkiye diğer tarafta batı bloğunun lideri süper güç Amerika, ilişkilerin dönüp dolaşıp kilitlendiği bir hat, Soğuk Savaş parametreleri dahilinde ekseriyetle stratejik ve Rusya’ya karşı hep önlem niteliğindedir.
Gerek Ortadoğu’ya, gerek Rusya’ya sınır, gerekse Akdeniz ve Karadeniz içerisinde bulunan önemli bir NATO ülkesi olarak, Türkiye’nin önemi gücü devamlı olarak Türk-Amerikan ilişkilerinde gerginlik yaratmış ve iki ülkenin farklı çıkar çatışmalarına bu süreçler sahne olmuştur. Bu gerginlikler, Türkiye tarafından gündeme taşındığı zamanlarda her daim Amerika Birleşik Devletleri’nin manevra yapabileceği, geri adım atabileceği ya da olayı üzerinden atabileceği fırsatlar ve açık kapılar olmuştur. Amerikan diplomatların temkinli konuşmaları, hukukun üstünlüğü, demokrasi, Türkiye’nin önemi, ilişkilerin geleceği, stratejik, ticari ve model ortaklık sözlerinin havalarda uçuştuğu ama nihayetinde ilişkilerin rutine dönebilmesi için hep açık kapıların olduğu süreçler yaşadık. Oysa bugün durum çok farklı.
Darbe teşebbüsü esnasında yaşanan olaylar Amerika’nın bu süreçle dahiliyetiyle alakalı bir çok şüpheyi geçmiş tecrübelerden de esinlenerek Türkiye’nin gündemine getirdi. Bu noktada yapılan bütün konuşmalar herhangi bir net ispat olmadan yine bir çıkış noktasında tıkanabilir. Ancak kimsenin kaçamayacağı ya da saklanamayacağı bir gerçek var ki Amerika Birleşik Devletleri bu sefer eski tarzda değil yeni ve çok farklı bir yaklaşımla bu konuyu ele almak zorundadır.
Bu hadisenin vuku bulmasının sebebi olan örgüt ve bu örgütün lideri iktidarı ve muhalefetiyle, bürokrasisiyle, özel sektörüyle, genciyle, yaşlısıyla toplumun her kesimi tarafından bilinmektedir. Bunun müsebbibinin kim olduğu kabullenilmiş, hatta daha çok erken olmasına rağmen birçok hukuki doneyle de ispat edilmiş durumdadır. Yüzde yüz gerçek olan bir şey varsa bu sürecin müsebbibi olan örgüt ve liderinin kim olduğudur. Artık bu tartışma bile götürmeyecek netlikte olan bir hadisedir. O zaman bu noktadan sonra akıllara gelen en önemli soru, bu örgütün liderinin yaşadığı yer ABD’nin başkentine sadece bir kaç saat uzaklıktayken; Türkiye’nin bir gecede bu kadar şehit vermesine, bu kadar büyük bir travma yaşamasına sebep olan kişi ABD’nin sınırları içerisinde gayet rahatlıkla ikamet etmekteyken; en yakın adamları ABD Başkanı’nın basın açıklaması sırasında Beyaz Saray’da sadece başkandan 4-5 adım önde selfie yaparken; Türk milletinin bu konudaki kanaati, acısı toplumun A’dan Z’ye her kesiminde bu kadar netken; bunların açıklamalarının nasıl yapılacağıdır.
Amerika’daki hukuki teslim sürecinin nasıl işlediği, kaç adımlı olduğu, bunun için iki ülke arasında iade şartlarının da dahil olduğu ikili anlaşmanın temel alındığı ve diğer bürokratik süreçlerin ne olduğu zaten bilinmektedir. Ama açık bir nokta vardır ki, bu süreç tarihteki bir çok benzer örneğiyle de ele aldığımızda, bir aşamasında Amerikan yargısının ötesinde siyasi kararlarla da gidişatı belirlenecek bir süreçtir. Dolayısıyla Gülen’in iade süreci ve bu iade sürecinin sadece Amerikan hukuku ve kanunları çerçevesinde değerlendirildiği söylemiyle, bu sürecin hiç bir aşamasında siyasi inisiyatif yokmuş gibi göstermek; yıllardır NATO’da, Ortadoğu’da, Avrupa’da bir çok noktada üst düzeyde partnerlik yapan iki ülkenin ilişkilerini sarsmaktan, hatta geleceğini yok etmekten öteye geçemez.
Her ülkenin kendi kuralları kendi kanunları vardır. Türkiye de buna gayet saygılı ve anlayışlıdır elbette. Ancak böyle bir terör hadisesinin müsebbibi olan kimsenin rahatlık ve huzur içerisinde bir ülkede ikamet etmesi- hele bu ülke Türkiye’nin en önemli müttefiklerinin başında geliyorsa- hiç bir şekilde kabul edilemez.
Çok açık ve net söylemek gerekirse hayatım boyunca Türkiye’nin batı bloğundan uzaklaşacağına, NATO’nun, Avrupa Birliği’nin riske gireceğine hiç bir zaman inanmadım. Ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin yaklaşımı ve söylemleri bu şekilde devam ederse Türkiye Cumhuriyeti’nin A’dan Z’ye tüm toplum olarak yaşadığı acı, içindeki hissiyatı görmezden gelinir ve bir aksiyon alınmak konusunda gecikilirse; bu milletin kırgınlığı, üzüntüsü ilişkilerin geleceğini ciddi bir noktada kopma veya telafi edilemeyecek zararlar verme noktasına getirir. ABD’de de böyle bir hadiseye sebebiyet veren bir kişi olduğunu ve bu kişinin herhangi başka bir ülkede hem de ABD’nin müttefiki olan bir ülkede rahatça ikamet ettiğini düşünün. ABD’nin böyle bir durumdaki tavrını, hissiyatını ve müttefikliğe bakışının ne şekilde olacağını değerlendirmek gerekir.
ABD, Türk kamuoyunda bir çok noktada yıllar yılı eleştirilere maruz kalmıştır. Ama bu hadise bundan evvelki krizlere de, dönemlere de benzemez. Amerika’nın bu süreci ele alışı, bu konuya yaklaşımı ve iade sürecinin neticelenmesi bundan sonraki dönemde ilişkilerin geleceği açısından belirleyici etken olacaktır. ABD’li siyasiler, karar alıcılar ve diplomatlar eğer bu konuya daha önceki krizlerdeki açık pencereyi bulma algısıyla yaklaşırlarsa, büyük hata yapmış olurlar. Çünkü bu krizde ne bir aralık ne de açık bir pencere bulmak mümkündür. Türkiye’de terör eyleminde bulunmuş, darbe girişimi yapmış bir zihniyet ve darbe teşebbüsünün lideri, ABD’nin başkentine iki saat mesafede ikamet etmekte ve hala hukuki olarak üzerinde bir baskı bulunmamaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta yapacağı Rusya ziyareti ve ondan sonraki gelişmeler, bu kez siyasi bir manevra olarak değil gerçekten Türk-Amerikan ilişkilerinin ve Türk dış politikasının başka bir güzergaha doğru gittiğinin göstergesi olabilir.
Türk milleti her kesimiyle istisnasız bu hadisenin müsebbibinin cezalandırılmasını beklerken bir yandan da ABD’nin en üst düzey komutanlarından gelen bazı yorumlarla; süreç konusunda belirgin ve net hukuki tavır bekleyen Türkiye’yi, beklentilerine cevap vermenin ötesinde başka konularla itham etmeye yönelmesi, ikili ilişkileri çözüm bulmaktan daha da uzak bir noktaya götürmektedir.
Türkiye ve Amerika ilişkileri tarihinde olmadığı kadar büyük bir yol ayrımındadır. Bu sefer diğerlerine benzemeyen bambaşka bir dönemeçtedir ve bu dönemeçte, bu yol ayrımında tavırlarıyla süreci belirleyecek olan kesinlikle Türkiye değil dostluğunu, müttefikliğini ve samimiyetini göstermekle mükellef olan Amerika Birleşik Devletleri’dir.
Paylaş