Paylaş
TÜRKLER başlangıçta İslamiyete uzak bir tavır almışlar hatta ondan korkmuşlardı. İslamiyetin uzun ömürlü olamayacağına, azami yüzyıl içinde gerileyeceğine inanmışlardı. İslamiyeti yaymak üzere cihat faaliyetini yürüten Emevi-Arap saltanatına karşı direndikten sonra yenik düşünce, onlardan hiç de iyi bir İslamiyet örneği görmemişlerdi. Emevi hanedanı, Arap olmayan Müslümanları küçümseyen, onları mevali-köle sayan anlayışı yüzünden bir güven ortamı oluşturamıyordu, camiye bile silahla gidiyorlardı.
TÜRKLER ALIŞSIN DİYE
İslam dünyası bu dönemde, dini, içtimai, siyasi buhran ve nifaklarla öyle tehlikeli bir duruma düşmüştü ki, bir taze kuvvete ihtiyaç duyulmuştu. Dindar bir Emevi Halifesi olan Ömer İbn Abdülaziz, barışçı yollar denemişti. Horasan’a sığınan Hz. Ali taraftarlarına eziyet edilmesine son verdirmiş, onların mallarının geri verilmesini sağlamıştı. Vergi sisteminde de düzenlemeler yaptırmıştı. Mesela Horasan valisine emir vermişti ki, Müslüman olduğunu söyleyen Türklerden vergi almasın. Vali, Müslümanlığını sadece sözle beyan edenlere vergi muafiyeti uygulamanın uygun olmayacağı kanaatindeydi. “Türkler sünnet olmuyor, camiye gelmiyor, sırf vergiden kurtulmak için Müslüman olduklarını söylüyorlar” diyordu. Halifenin valiye şu cevabı verdiği kaydedilmiştir: “Allah Hz. Muhammed’i sünnetçi olarak göndermedi, dine davet için gönderdi. Sabredin, bırakın alışsınlar!” Fakat vergiler azalınca, yine şartlar ileri sürülmüştü: Sünnet olmak, Kuran’dan bir sure okumak, İslam’ın farzlarını yerine getirmek gibi. Ve İslamlaşma yeniden yavaşlamıştı.
SONUNDA İSLAM’I KABUL VE KATKILAR
Abbasi hanedanı zamanında halife, Türk hükümdarlarına mektuplar yazarak onları Müslümanlığa davet eder, hâkimiyet sınırları içinde kalan Türk boyları Müslümanlığı kabul eder. Türk Müslümanlığı, Müslümanlığı kabul eden diğer milletler arasında fark edilir özellikler meydana getirmiştir. Peygamber sevgisi ile mevlit ayini oluşturmaları, bazı Türk tarikatları içinde musikinin ve raksın önemli bir vect aracı haline gelmesi, onların tarihlerinden gelen dini-kültürel bir devamlılığın eseridir. “Konuğu gelmeyen kara evler yıkılsa gerek” atasözü hem çok eski hem çok yenidir. Maveraünnehir’de Müslümanlaşma ile paralel öyle bilim adamları yetişir ki, bunlar İslamiyetin yayılışını ve İslam kültüründe bütünleşmeyi sağlarlar. Barış ve yükseliş birlikte gelir. Halife Türklerden ordu kurar, Türklerin büyüklere saygısı, itaat ve hizmetteki üstün yetenekleri şaşırtıcı bulunur. Samarra şehri Türkler için inşa edilir, yönetici olarak Türk beyleri getirilir, henüz askerlerin hepsi Müslüman olmamış olmalarına rağmen onlara güvenilir. Müslümanlığı kabul ettikten sonra Türkler, hızla gelişmekte olan İslam ilmine de büyük katkılar sağlarlar.
NASIREDDİN TUSİ
Bir güzel hikâye Nasıreddin Tusi ile ilgilidir. İnsanlar ayak bastıktan sonra ay yüzeyindeki önemli engebelere büyük bilginlerin isimleri verilmiştir. Aralarında üç Türk vardır: Uluğ Bey, Biruni ve Nasıreddin Tusi. Hülagü Bağdat’ı zapt ettiğinde ele geçirdiği ganimetlerden çok önemli birisi Türk bilgini Nasıreddin Tusi’dir. O, saraya başvezir ve maliye vekili yapılmıştır. Araştırmaları için rasathane ihtiyacını Hülagü’ya bildirince, yapılacak masrafın hak edilip edilmeyeceğini ispat etmesi istenir. Tusi, çok büyük bir kazanı, Hülagü’nun dışındaki saray erkânına duyurmadan, adamları ile sarayın damına yerleştirtir. Geceleyin, ileri gelenler Hülagü’nun huzurunda toplantı halindelerken, kazanın damdan aşağı yuvarlanması işaretini verir. Kazan sarayın engebeli yüksek damından düşerken öyle korkunç gürültüler çıkarır ki, toplantıdakiler ölüm korkusu geçirir. Hülagü ve Tusi bile korkarlar. Tusi açıklama yapar: “Korkunç gürültü eşyanın tabiatından gelmektedir. Bilinmeyen şeylere duyulan korkudan kurtulmak için, olayı sakin bakışla anlamak gerektir. Astronominin bize sağlayacağı yararlardan biri budur.” Bunun üzerine bir rasathanenin, bir kütüphanenin ve bir araştırma merkezinin kurulması için irade çıkar.
Paylaş