Bir güzel kadının beşik kollarında gözlerimizi bir hüzünlü şarkıyla açmıştık:
‘‘Susun garip kuşlar, ötmeyin susun
Yetimler güzeli yavrum uyusun...’’
Okul yollarında çantalarımızı sürükleye sürükleye, aslında uygarlığa-çağdaşlığa doğru minik adımlarımızı kocaman kocaman atıyorduk, dilimizde yine şarkılarımız yarım yarım:
‘‘Vatanımın eriyim
Aç kapıyı ben geldim...’’
Coğrafya, tarih, matematik, vatandaşlık, edebiyat derslerimiz vardı da, çok geçmeden bizler ‘‘horozluk çağına’’ girmiştik, en çok aşk okuyor, aşk mektupları yazıyor, aşkı biliyorduk.
Şaşkındık, yaz günü bağırıyorduk:
‘‘Her yerde kar var...’’
*
İlk kez hüzünle tanıştık. Sevgililerimiz bizleri kısa sürede terk ettiler, dayandık şarkılara:
‘‘Gönlüm yaralı, bilmiyorum yar bana ne oldu...’’
Kimi zaman şarkılarla avunduk:
‘‘Görecek günler var daha
Aldırma gönül aldırma.’’
Kimi zaman şarkılarla razı olduk aza:
‘‘Senede bir gün...’’
Ud-tambur az geldi de gitarı ağlattık. Memleket dar geldi de Endülüs'te raks'a gittik.
Gönül şarkılarımız sürüp gitti:
‘‘Seninle doğan gülüdür bu gönül
Ah bu gönül şarkıları
Dilimdeki bülbülüdür bu gönül
Ah bu gönül şarkıları...’’
*
Ama şarkılarımız tükendi.
Ne Mustafa Kemal'in ‘‘Yemen türküsü’’, ne de o yiğitlerin ‘‘Kolumu salladım toplar oynadı’’ şarkısı, artık eskisi kadar anlamlı değil.
Ne ‘‘Uğurlar olsun’’u söylemeye yüzümüz var...
Ne de ‘‘Dağ başını duman almış’’ almamış, fark etmez.
Şarkılarımız bitti.
Sustuk...
Uygarlık yolunda, yiğitlerin marşları, kahramanlık türküleri, devrim şarkıları duyulmaz oldu.