ÖNCEKİ gün İstanbul'a selam verip, güneşin battığı saatlerde Kadıköy Rıhtımı'na oturdum. Gözlerimi yumdum, siyah-beyaz sinemam başladı.
Göz kapaklarım perde.
Önce çizgiler, çizgiler... Hatırlayamadığım boş kareler, karışık sesler, belirsiz görüntüler.
Sonra...
İşte o çocuk, ben.
Elimde bir tahta bavul, komik pantolonum, burunları havada ayakkabılarım.
İstanbul'a uysun diye belki saçımı dikine taramıştım.
O gün ilk kez denizi görüyordum, Kadıköy Rıhtımı'ndan.
Anadolu'nun ta öbür ucundaki susuz-kurak şehirde bıraktığım ailemi-kardeşlerimi özleye özleye, burnumu çeke çeke bavulumun sapını bırakmadan, ilk kez gördüğüm denize yanaşmıştım.
Denizle tanışmak nasıl olur?..
*
Fotoğrafına bakıp da áşık olduğunuz bir güzel kadın ile ilk kez karşılaşıp, ilk kez görmek gibi.
Yüreğiniz çarpar.
Dudaklarınız gerilir, diliniz dolanır, kulaklarınız kızarır, gözlerinizin içi güler.
Sırıtmak istemezsiniz, ama sırıtırsınız.
Cebinizde olmayan bir şeyi aramaya başlarsınız.
Ya da ne söylemeniz gerektiğini düşünürsünüz, sözcükler bir anda yok olmuşlardır.
Aklınıza Onuncu Yıl Marşı'ndan başka bir şey gelmez.
Kadıköy Rıhtımı'ndan işte öyle bakıyordum denize, çekingen, utangaç, ama ona sevdalı...
*
Sonra yine boş kareler, çizikler. Siyah-beyaz sinemamın perdesini kaldırıp baktım, işte yine tam o yerdeyim.
Denizle tanıştığım yer, Kadıköy Rıhtımı...
Kaç yıl geçti aradan bilemem.
Elimde tahta bavulum yoksa da, yüreğimde ağır yükler var. Saçlarım yanlardan ağarmaya başladılar.
Gözlerim çabuk doluyor.
O gün tanıştığım deniz, karşımda yine dalgacı, yine oynak, yine şen.
Kıyılarında zevksiz kentlilerin beton ve demirden kozmetik çabası, bedeninde insanoğlunun diş izleri, parfümü eskisi değil, rengi soluk, belli ki benim gibi sevmemişler.