KİMİ zamanlar biz şehri terk etmeyiz, şehir terk eder bizi.
Bir de bakarsınız ki; gitmiş...
(......)
Ben Ankara’yı çok severdim.
Ama artık o yok.
Cumhuriyetimizin kuruluşunu bize anlatan eski yapılar, iki katlı bahçeli evler, Gar’daki trene binen ve asla geri dönmeyen yoksul askerlerin yürüdükleri o yol, Atatürk’ün Safiye Ayla’yı dinlediği bahçe, pembe kesme taşlarına acı, yokluk ama azim sinmiş binalar artık burada değil.
Görgüsüzlük, zevksizlik, hatta düşmanlık gelip yerleşti buralara.
Neyi var, neyi yok, topladı gitti Ankara.
Laikliğin yeşerdiği şehrin amblemi bile iki minareli bir kubbedir, buna katlanırlar o eski Ankara’nın büyüttüğü çocuklar.
Mustafa Kemal’in ilk ve tek traktörle sürüp ulusa armağan ettiği çiftlik tarlası çalındı, şimdi yerinde holdinglerin aynalı cam kaplı binaları var.
Çaylarını, derelerini, göllerini aldı gitti şehir.
Onların yerine, görgüsüz Arap Emirlikleri’ndeki gibi çirkin fıskiyeler koydular.
*
Şehirden bana kalan; üst dalları gazetenin beşinci katındaki odamın penceresine kadar uzanan cumhuriyet yaşındaki çınar ağaçlarıydı.
Ağaçların üst dalları ile yetinip, onlarla paylaşırdım eski Ankara’ya özlemimi.
Bina boyundaki çınarların yaprakları; delik-deşik edilmiş, bir görgüsüzlük-çirkinlik yığınına dönmüş, kimliksiz ve kişiliksiz Ankara’ya hayıflanan adamı uzun zaman camdan izlediler.
Önceki gün Büyükşehir Belediyesi’nin adamları testere makineleri ile geldiler.
Çınarların dallarını kestiler.
"Kavaklıdere’ye alt geçit yapıyoruz" diye, diplerini oydular, topraksız açıkta kaldı ağaçların damarları ve kurumaya başladı camda kalan son yapraklar.
*
Dinamolarla havaya boyalı su fışkırtan ahmak fıskiyelere baka baka, eski meydanları-bulvarları araya araya, tarla faresi gibi alt-üst deliklerden geçe geçe, plastik ve naylonlardan yapılmış parklara kıza kıza, yeşil vadileri-dereleri-parkları-bahçeleri özleye özleye, bu ahmak-görgüsüz-zevksiz adamlara söylene söylene, camdaki çınarlara yana yana, özlüyorum eski Ankara’yı.