Aşk...

BENCE aşkın en güzel tarifiydi bu:

‘‘Aşk; bir gülü dikeniyle avuçlamaya benzer... Ellerin kan içinde kalır... Ama hesabını gülden soramazsın...’’

Soramazsın hesabını gülden.

Aşkı avuçlamışsan...

Dikeninin acısı, kan-revan...

Niçin aldıracaksın?

Sadece Yahya Kemal'in şiirinin son iki satırıydı o:

‘‘Her sabah başka bahar olsa da ben uslandım \ Uğramam bahçelerin semtine gülden yandım...’’

*

İyi ama...

Aşksız nasıl yaşanır?

Bahçelerin semtine uğramamak?

Gülü avuçlamamak?

Ya da diyelim ki ben; yıllardır içinde yaşadığım, her çiçeğinden, her dalından, hatta elimi kanatan her dikeninden mutlu olduğum bahçeden çıkıp gidebilir miyim?

Gidemem...

Ne yapayım ben bahçesiz, çiçeksiz, gülsüz ve aşksız yerleri.

Avuçlarım kanasa da...

Kanamasa da...

*

Ne var ki iletişim çağı aşkı da değiştiriverdi.

‘‘Www nokta kom’’larla bir saniyede gidiyor o postacı yolu bekleten mektuplar, sadece ‘‘Send’’e basıyorsunuz.

Mutluluğun ifadesine bakar mısınız; :-)

‘‘Okey’’
bile uzun geldi de, iki harfe indirdiler; ok...

‘‘Ok’’
sa; loş kuytular, samanlıklar da yok, yeni biçimine ‘‘fotokopi makinesi üstü aşkları’’ diyorlar.

Fotokopi makinesinin üstünde?...

Elbette gülün dikeninin yerini de elektrik kaçağı alıyor ve her şey berbat oluyor:

‘‘Gülün dikeni mi?...’’

‘‘Hayır, priz...’’

*

Bu hızla elbette aşklar çabuk başlıyor, çabuk bitiyor, gazeteler ‘‘aşkları bitti’’ haberleri ile dolu.

Ben ise bildiğim tek bahçeden çıkmamalıyım...

Avucumda gül olmalı...

Dikenine katlanmalıyım...

Ellerim kanasa da, kanamasa da...
Yazarın Tüm Yazıları