Paylaş
Dünyanın en güzel kokan o bol köpüklü Türk kahvesini pişirmiş, ayaklarını uzatmış ilk yudumu içine çekmeye hazırlanırken. Yeni doğmuş bebeğinin süt kokusunu içine çekerken geliyor hayırsız, yavrucağın çok ağlayıp uyuya kaldığı bir gecenin sabahında. Fırından yeni çıkmış poğaçaları, ellerin yana yana ama keyif içinde bir birinden ayırırken geliyor bazen.
Yazın yapacağın, aylardır iple çektiğin, izin tarihlerini koşa koşa İK’ya bildirdiğin tatil için huşu içinde internetten bilet bakarken... İndirimde yakaladığın o çok beklediğin ayakkabıları, kimseye çaktırmadan eve koşup heyecanla denerken geliyor. Evde temizliği bitirmiş ayaklarını daha yeni uzatmışken geliyor namussuz ya da çok önemli bir toplantının ortasındayken.
40 yıldır görmediğin 40 yıllık dostuna kavuşmuş, nihayet buluşmuş, iki lafın belini kırarken geliyor. Kuaförde çektirdiğin fönün son rötuşu yapılırken ve sen aynaya mutlulukla gülümserken. Erik beklerken ve çağla bademe ilk ‘merhaba’nı derken geliyor. Enginarı haşlamadan önce kokusunu içine çekerken. Yağmur yağdıktan hemen sonraki o nefis toprak kokusuna şükrederken.
Bir yudum balı, tereyağlı kızarmış ekmeğine sürerken ve erimesini mutluluk içinde seyrederken. Sevdiğinin gözlerinin içinde erirken geliyor bazen, o kara haber!
Geliyor, böğrünün ortasına oturuyor. Dünyanın neresinde olduğu fark etmez, ama hele bir de kendi ülkendeyse, o böğrünün ortasına oturan canavar günlerce kıpırdamıyor yerinden. Göz pınarlarını kurutuyor, aklını başından alıyor, hiç bir iş yapamaz hale getiriyor.
Günlerce bunları düşündüm... Son haberi aldığım gün, aylardır beklediğim bir seyahatin ortasında, dünyanın belki de en güzel yerinde, sahanda yumurtadan oluşan sade basit kahvaltımın ilk çatalını ağzıma götürürken. İstanbul’da, İstiklal’de olan biteni, dünyanın bi ucunda bilmediğim dilde konuşan TV spikerinden duyarken.
Yaşama sevincimi almaya çalışan bir dünyanın ortasındayım. Ortadoğu çukuruna hiç saplanamayacağımız kadar saplandık. Biliyorum. Metroya binmeye korkuyorum. İnsanların, gencecik öğrencilerin elinde valiz görünce tırsıyorum. Zaten bir ‘günaydın’ı esirgeyen ülkem vardı, bir de şimdi üzerine, herkese potansiyel şüpheli gözüyle bakıyorum.
İşte tüm bunları düşünürken, ‘Bulutsuzluk Özlemi’nin o nefis şarkısı çalmaya başlıyor radyodan... “Hiç bi kere bayram olmadı, ya da her nefes alışımız bayramdı, bir umuttu yaşatan insanı, aldım elime sazımı...”
Sevdiklerimi düşünüyorum sonra, onlar için hayıflanmak yerine gidip sarılıyorum sıkı sıkı. Metroya yürürken, karşıdan gelen ve her sabah karşılaştığım döpiyesli kadına günaydın diyorum. Önce şaşırıyor, gülümsüyor sonra. Gidip en sevdiğim yazarın yeni çıkan kitabını alıyorum. Bir meydanın ortasındaki kafeye oturuyorum, güzel bir Türk kahvesi söylüyorum kendime. Bir korkusuzluk geliyor içime. Çünkü, öğrendim artık. Bu coğrafyada hiç bi kere hayat bayram olmadı ya da her nefes alışımız bayramdı.
Korkmuyorum ya korkmuyorum... Alışmayacağım... Ama unutmayacağım da...
Paylaş