Paylaş
Birazdan yazacağım şeyler henüz aklımda yokken açtığım sayfanın boşluğuna baktım bir süre... ‘Yazmak için hissetmek gerek’ dedim içimden ve geçenlerde okuduğum bir soruyu hatırladım. Hissetmek ne renktir acaba? Portekizli şair Fernando Pessoa sormuş, benim de kafama takıldı. Sadece hissetmek fiilinin mi yoksa tüm hislerin mi renkleri olmalı? Onu düşündüm önce. Bizden öncekiler gerek anlattıkları hikâyelerde, gerek yazdıkları şiirlerde, gerekse doğadan gelen ilhamla duyguları renklendirmişlerdi zaten. İçgüdüsel olarak bizlerin hisleri de aşağı yukarı aynıydı. Sevgi, hırs, cesaret kırmızıydı ve dikkat çekiciydi, bazen de tehlikeyi simgeleyen işaretlerin rengiydi. Siyah çoğunlukla gizem ve karanlıktı, tutkuya ve hüzne dönüşebiliyordu. Ferahlık ve serinliğin rengiydi mavi, içine dalıp derinlerinde kaybolduğunuz göz de olabiliyordu. Belirsizliğe gri diyor ve hareketsiz kalıyorduk. Manevi hislerimiz içten gelen doğallığımızdı, rengi yeşildi ve huzur veriyordu. Sarı hem ışığın hem de neşenin rengiyken, güneşin turuncusuyla beraber neredeyse her günümüzü aydınlatıyordu. Şehvetle birlikte pembe ortaya çıksa da bana göre aşk her rengin içinde olmalıydı. Soruya dönersek ‘hissetmek hangi renkti?’ Hissedebilmek insan olmanın bir kanıtıydı ve her şeyin bütünüydü. Yine en başa döndüm ve sayfanın boş halini tekrar düşündüm ‘bembeyaz’ bir sayfaydı. ‘Yenilik, temizlik, güvenilirlik, saflık, umut, barış, sadelik, asalet ve masumiyet’i simgeleyen renk beyazdı. Hepimiz birer bembeyaz sayfa olmalıydık aslında. Hissederek yaşadığımızda duygularımızın renkleri canlılık kazanıyor, sayfamızda belirginleşiyordu. Hissetmediğimizde ise renk olmuyordu sadece kirlilikti. Bir düşünün isterseniz... Sizin ki: Renkli mi? Kirli mi?
BİR YOL BOYU LOKANTASI ‘GÜDERLER’
Midesine ve ağız tadına düşkün arkadaşlarımdan ‘İsa Eyüboğlu’ müptelasıymış; ‘fazlasıyla değer’ deyip benim de müptela olmamı istedi. Birkaç lokmacı arkadaşı daha yanımıza alıp yola çıktık. Kısa ve keyifli bir yolculuk aslında. Konya’ya gider gibi yola çıkın, Gölbaşı’nı yaklaşık 15 km geçtikten sonra yolun sağında görürsünüz ‘Güderler Et Lokantası’nı (aklınızda olsun yanında benzinlik falan yok), sade ve tek başına bir kır lokantası. Özlediğim cinsten bir yol boyu lokantası demek istiyorum çünkü kısa yolculukla çocukluğuma kadar gitmiştim. Etin teşhir edilişinden pişirilip servis edilmesine kadar ki her şey eskiden zihnime kazındığı gibiydi. Lokantanın bitişiğindeki çiftlikte yaygın merada ne yediği belli kuzulardan elde edilen sütten mayalanmış yoğurt aklımı aldı. Muhtemelen bir gün önce yedikleri otların taze kokusu ve tadı yoğurtla birlikte damağıma yapışıp kaldı desem yeridir.
LAVAŞTA KUZU CİĞER
Henüz yoğurdun tadını alıyorken ilk olarak koca bir tabak dolusu köfte geldi. Kokusu açlığımızı körükledi, adeta yumulduk. Lezzetinde de pişiriminde de doğallık ve maharet vardı. Sonrasında hiç beklemedik, ciğerin sıcak buharıyla birlikte aradaki kuyruk yağının kokusu yayıldı, yanına lavaş da verdiler. Lavaşı avuç içimize yayıp tepeleme dolu tabağın içinden ciğer avuçladık; dürmeden önce sumaklı soğan koymayı unutmadık. İlk ısırıkta kaybolmuştuk, ciğerin sulu ve damağı gıdıklayan dokusu bizi bizden etti. Bizim lokmacı tayfa nefes almadı mecburen, ikinci tabağı da istemek zorunda kaldık. İçinizden ‘ohaa’ yavaş olun dediğinizi duydum. Ama durun daha fırında gerdan yiyeceğiz…
FIRINDA ‘KUZU GERDAN’
Yiyenler tadını bilir gerdanın. Kuru fasulyeye konduğunda lezzet patlaması yaşatır, ben oradan biliyorum. Tüm gerdanı daha önce yediğimi hatırlayamadım, yediysem de etkilenmemiş olmalıyım aklımdan uçup gitmiş. Bu seferki çok farklıydı, unutulmazların arasında yerini alacağına adım gibi eminim. Kuzunun gövdesinden ayrılan tüm gerdan akşamdan fırına konuyor ve sabaha kadar sönmüş fırının ısısıyla ağır ağır pişiyor. Hem odunun hem de kara fırının taş kokusu gerdana baharat oluyor. Güderler pişirdikleri hiçbir eti marine etmiyor hatta baharat vs. bile katmıyor. Tamamen etin kendi lezzetini duyumsuyorsunuz. Gerdan da öyleydi. Boyun kemiklerinden ayrıldığında etin lokum hali sizi sizden alıyor, yedikçe acıkıyorsunuz.
FİNALDE ‘BAKLAVA’
Yediklerimizi ağır sanıyorsunuz tabi ama inanın değildi. Yerken kollarımız yorulmuştu biraz o kadar. Final şahaneydi, baklava derman olup tüm yorgunluğumuzu aldı. Baklavayı kendileri açıyorlar, sade yağın en iyisi geliyor Urfa’dan, fıstık da Antep’ten, en tazesinden. Her gün taş fırında taze taze pişiyor. Böylesini Ankara’da bulmanız çok zor. Sadece ben sekiz dilim yedim anlayın artık. İşletmeci Kazım Güder, salon şefi Hüsnü baba ve etleri pişiren Bahattin ustaya yürekten teşekkürler.
Paylaş