Yıldız Sarayı

Ayşen GÜR
Haberin Devamı

Başkentlerde bazı sokaklar, binalar vardır ki, isimleri insanda bambaşka çağrışımlar yapar.

Beyaz Saray bir köşk, Çankaya bir tepe, Kremlin bir kaledir ama, adları söylendiğinde aklımıza gelen o binalar değildir.

Londra'da başbakanın konutu yani Downing Sokağı 10 Numara basit bir adresten öte, İngiliz İmparatorluğu'nun bütün gücünü temsil eder.

Almanya ikiye bölünmeden önce, Berlin'deki Dışişleri Bakanlığı'nın bulunduğu Wilhelmstrasse'den, yani Wilhelm Caddesi'nden söz edildiğinde kastedilen bir cadde değil, Alman dış politikasıdır.

Tabii bazı adresler korkunç görüntüler de canlandırabilir insanın gözünün önünde. Mesela yine Berlin'deki Prinz Albrecht Strasse, yani Prens Albrecht Caddesi, üzerinde Gestapo Merkezi yer aldığı için Nazi Almanyası'nın en korkunç sembollerinden biridir...

İşte Yıldız da bu iyi-kötü örnekler gibi yakın tarihimizden bize kalmış bir sembol. Burası, II. Abdülhamid'in ikametgahı olarak iki Meşrutiyet arasında (1878-1908) otuz yıl boyunca Osmanlı Devleti'nin siyasi merkezi. Son derece evhamlı olan ve tahttan indirilmekten korkan bu padişahın döneminde ‘‘Yıldız’’ sözünün bile sansürlendiğini biliyoruz.

İstanbul'da başka hiç bir sarayın ismi insanda böyle çağrışımlar yapmaz; çünkü hiç biri Yıldız gibi tek bir dönemle, tek bir isimle özdeşleşmemiştir.

Fakat işin tuhaf tarafı, Cumhuriyet döneminde bu kadar ellenmiş, bu kadar oynanmış bir başka saray da yok!

500 bin metrekare bir alan üzerinde yer alan koskoca Yıldız'da herkes var: TBMM'ye bağlı Milli Saraylar Daire Başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı, parkın altında yer alan Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü...

Ne bir II. Abdülhamid hayranıyım ne de hasmı. Ona karşı hiç bir hissi bağlantım yok; bence o tarihin bir parçası. Tarihin parçalarına bayılsak da nefret etsek de, biraz özen göstermemiz gerektiğini düşünüyorum.

Bence Yıldız, bırakın doğal ve sanatsal güzellikleri, hiç değilse tarihi anlamının yüzü suyu hürmetine biraz hürmet görmeli.

Ya hastayız

ya çılgın

Ben bu satırları yazarken (yani dün) İstanbul'da tam bir bahar havası vardı. Bu sabah kalktığımızda neyle karşılaşırız bilmiyorum ama, hava hakikaten çıldırtıcıydı.

Uçaktan, helikopterden, zeplinden fotoğraf çekmeyi çok seven arkadaşımız Kutup Dalgakıran kendini sokaklara fırlatan insanların resimlerini çekip getirdi. Ben, çoğu insan gibi işyerinde hapistim. Kutup'un fotoğraflarını görünce büsbütün aklımı oynattım.

Ama bir yandan da salgın hastalıklar kol geziyordu. İstanbul'da sayısız insan ateşler içinde kıvranıyor, bakteriler ve virüsler havada uçuşuyor, kimini boğazından, kimini göğsünden, kimini kulağından yakalayıp yere seriyordu.

Dolayısıyla bugün İstanbul'da insanlar ikiye ayrılıyor: Yarısı hasta, yarısı da çılgın.

Benim aklım fikrim seçimlerden bir türlü kopamadığı için belediye başkan adaylarının halini düşündüm.

İçlerinden biri şu korkunç virüs ya da bakterilerden birinin pençesine düşse, hastalığı günlerce, günlerce sürse, Allah saklasın zatüreeye çevirse, ne olur?

Yüksek Seçim Kurulu acaba böyle bir ihtimal karşısında rakipler arasındaki eşitliği gözetecek bir önlem düşünmüş müdür?

Bahar havası beni de böyle çıldırttı işte.

Yazarın Tüm Yazıları