Paylaş
Türkiye’nin başı rakamlarla hoş değil. İstatistiklere duyulan güven de çok az.
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün istatistikleri arasında en iyi bildiğimiz, enflasyon oranı. Bu konuda bile halk arasında ‘‘aslında çok daha yüksek'' gibi bir inanç var.
Enstitü'nün nüfus sayımına da pek güvenmeyiz. 1997'deki son sayımda bu şehirde oturanların sayısı 9 milyon 57 bin 747 olarak tespit edildi; ama bugüne kadar kimsenin İstanbul nüfusu olarak bu rakamı kullandığını duymadım, herkes rakamın 10, 12, 15 milyon olduğunu düşünüyor.
Bu güvensizlik, bazı büyük sorunları kavramamızı da zorlaştırıyor.
Bunların başında, enflasyon ve nüfustan farklı olarak, gerçekten güvenilir bir rakama ulaşamadığımız işsizlik geliyor. Halbuki Batı ülkelerinde işsizlik oranı ve işsiz sayısı çok önemli bir gösterge. Bu rakamdaki küçük bir yükselme, herkesin moralini bozuyor.
Türkiye'de böyle bir refleksimiz yok.
İşsizliğin ‘‘hayli yüksek'' olduğunu tahmin ediyoruz: Ekonomi durgun, bazı büyük işyerleri işçi çıkarıyor, çevremizde, ailemizde iş bulmakta zorlananlar var, demek ki işsizlik artıyor, gibi bir mantık güdüyoruz...
Bu durum, herkesin rehavete kapılmasına neden oluyor. Eğer kendimiz (ya da bir yakınımız) işsiz değilsek, işten atılmadıysak, bu konuyla ilgilenmiyoruz. Karşımıza güvenebileceğimiz, korkunç bir rakam çıkmadığı için de hiç paniğe kapılmıyoruz.
Halbuki paniğe kapılmamız gerekir. Çünkü işsizlik korku verici bir boyutta. Bunu en iyi ilçe belediyeleri farkediyor. Onlar daha küçük ölçekte halkla karşı karşıya. Halk onların kapısını çalıyor.
Bütün belediyeler de birleşiyor: Kapılarını çalanların en çok istediği şey, iş! Ne çöp konteyneri, ne yol, ne park.
Korkudan titremeliyiz: İşimizi kaybedebiliriz. ‘‘İş kaybetme'' korkusu olmayanlar da başka korkularla titreyebilirler.
Paylaş