Paylaş
Türkiye'de toplumsal dayanışma ile ilgili konuların öteden beri ‘‘topluma’’, daha doğrusu ‘‘aile ve akrabalık ilişkilerine’’ bırakılmış olduğu bilinmektedir. ‘‘Aile kurumu’’, devlet, toplum ve bireyler bakımından en önemli kurumlardan biri olarak kabul edilmekte ve ideolojik olarak da desteklenmektedir. (...)
Özellikle yoksullar, gerek göç sırasında, gerek göçten sonra, yerleşme, iş bulma ve gündelik sorunlarını çözme amacıyla aile, akrabalık ve giderek hemşerilik gibi kökene dayalı dayanışma ilişkilerini yaygın olarak kullanmışlardır. Bu ilişkiler, bugüne kadar hem göç edenlerin sorunlarını çözmede, hem de devletin yükünü hafifletmede önemli rol oynamıştır. (...)
Bu satırları, sosyal bilimci Prof. Dr. Sema Erder'in ‘‘75 Yılda Değişen Kent ve Mimarlık’’ adlı kitapta yayınlanan makalesinden aldım.
Bu makale, bana gazeteciliğin günlük hay-huyu içinde ufuk açıcı geldi. Gerçekten de, özellikle ekonomik kriz ortamlarında şu lafı sık sık tekrarlarız: Neyse ki Türkiye'de aile içi dayanışma var; yoksulluk ve işten atılmalar bu yüzden Batı'daki gibi büyük toplumsal sorunlara yol açmıyor. Aile sübab görevi görüyor!
Peki bu ‘‘aile içi dayanışma’’ hiç mi sorun yaratmıyor? Şöyle devam ediyor Sema Erder:
‘‘Bir çok araştırma bu ilişkilerin toplumun yoksul katmanları arasında yeni tür eşitsizliklere kaynaklık edebildiğini; hiyerarşik güç ilişkilerini içinde barındırdığını; etnikliği kalıcı hale getirerek etnikçiliği teşvik ettiğini ve erkek ve yetişkin egemen ilişkilerini yaygınlaştırdığını ileri sürmektedir.’’
Kentlere göç eden insanlar, hemşerilik ilişkileriyle, içine kapalı, dışarıya düşman, ezici bir emir-komuta zincirine hapsoluyor. Güçlü yetişkinler ve erkekler bu zincirin üst, güçsüz kadınlar ve çocuklar da alt halkaları. Güçsüzler aile içi dayanışmanın bedelini çok ağır ödüyor.
Manşetimizde yer alan tartıcı çocuk Fayir'in durumunu bu açıdan görebilir miyiz acaba?
Paylaş