Paylaş
Merhabalar sevgili okurlar.
“Transvers miyelit”, omurilikte meydana gelen enflamasyon sonucu ortaya çıkan nörolojik bir bozukluk. Çok nadir görülüyor ve hızla gelişiyor. Bu hastalığa spinal kordun bir bölgesi üzerinde oluşan enflamasyon neden oluyor. Enflamasyonun sebebi veya hangi faktörün başlattığı bilinmemekle beraber esas suçlunun bir virüs enfeksiyonu olduğu düşünülüyor. Ortaya çıkan enflamasyon, spinal kordda ödeme sebep oluyor ve bu ödem de inen-çıkan yolları ve mesajları bloke ediyor. Enflamasyon myelin kılıfı zedeleyebiliyor; elektriksel impulsların yavaşlamasına ve düzgün iletilmemesine sebep oluyor. İlk belirtisi bacaklarda ve nadiren kollarda uyuşma-karıncalanma şeklinde. Bu hissizlik zamanla vücuda yayılıyor. Omurilik etkilendiği için, dokunma gibi duyularda ve bazı kaslarda işlevsizlik gözleniyor. Mesane ve bağırsak kontrolü kaybedilebiliyor. Özetle, bir felç durumu ortaya çıkıyor.
Dün “Babalar Günü”ydü. Ben babamı 24 yıl önce kaybettim. Eşimi, yani kızımın babasını kaybedeli ise 4 yıl oldu. O nedenle, “Babalar Günü” biraz da hüzün günü oluyor benim için. Yine de Facebook’da paylaşılan mesajların tümünü okudum. Hemen hepsi, kahraman sayılan babalara duyulan sevgiyi ve hayranlığı içeriyor; hayattaki babalara iyi dilekler gönderiliyor, öte dünyaya göç etmiş olanlara ise hasretlik bildiriliyordu. Tüm bunlar bana geçen yıl tanıdığım ”transvers miyelit” hastası genç bir babayı ve onun en büyük dileğini hatırlattı. Bu yüzden, bugünkü köşemde bu babanın -Suat Akbay’ın- hem hastalığını hem de en çok istediği şeyi anlattığı yazısını yayınlamaya karar verdim.
“Oyun Parkı…
Güneşli bir ilkbahar günü, rutin işlerimle meşgul henüz 8 aylık kızımın yemek yememe problemi ve şirketin yılsonu kârlılık tahmini gibi kazık iki konu var önümde ajanda olarak. İlkbahar bana iyi gelecek biliyorum, tüm stresimi salıncak sallarken veya kaydırak başında atacağım, hele biraz daha havalar güzelleşsin de. Kronik olan bel ağrım başlıyor yine; iş hastalığı malum, tüm oturarak çalışanların baş belâsı… Sonrası fark ediyorum ki bu kızımla Park’a gitmemi engelleyebilecek türden. Ağrılı sancılı, önlem amaçlı hastaneye gidiyorum ve…
Ve bir anda kendimi bir hastane odasında buluyorum. Daha önce hiç olmadığım ve olmayı düşünmediğim yerdeyim. Etraftaki hemşire, doktor ordusundan belli ki konu biraz ciddi gibi, ama benim yapacak çok işim var. Doktorla göz göze geliyorum, ‘bu akşam kalmam şart mı, yarın toplantım var çok önemli’ diyorum. ‘Valla bir hafta gibi misafir edeceğiz’ diyor. Meğerse 1 ay demekmiş, gerçi 1 haftayı duyunca ‘vah vah olay çok ciddi’ dediğimi hatırlıyorum.
‘Ama bir problemim var, bacaklarım güçsüz biraz ‘diyorum ve ekranı bir süreliğine kapatıyorum, sonrasında artık nasıl ilaçlar veriyorlarsa hiç ayılamıyorum. Ara ara açıyorum gözlerimi, ‘sıkıldım artık’ diyorum. 1 ay 10 gün süren hastane serüveninden sonra ‘tamam artık geçmiş olsun’ diyor genç bir profesör.
Nasıl olur? Göğsümden aşağı yok, yani felç olmuş halk dilinde; hiç çalışmadığı kadar hızlı ve iyi çalışan beynim haricinde hiçbir yerimi hareket ettiremiyorum. Bir de bacaklara sağ kol eklenmiş ve sadece hep şikâyet ettiğim sol kolum kalmış; gel de yemek ye bu şekilde…
‘Bundan sonra top sende’ diyor doktor; bense ‘21. yüzyılda, bu teknolojide bir çözüm bulurum’ diyorum, her zaman bir çözüm bulmamla övünmüş biriydim ne de olsa. O ay anladım, meğerse 21. yüzyıl daha sinir sistemini çözememiş; her koyunun kendi bacağından asıldığı gibi, Suat olarak kendi serüvenimin, kendi hikâyemin ilk satırlarıymış.
Gece gündüz araştırma yapıyor, her gün dünyanın bir yerinden bana benzer birilerini bulmaya çalışıyordum. Amerika’da, Avrupa’da çıkan en son gelişmeleri dosyalıyor, tedavimi yürüten doktorlara gönderiyordum. Ancak ne var ki, her zaman en garip deneyimler bana uğradığı gibi, bu deneyim de ender görülen türdendi. Milyonda bir görülen adını bile telâffuz edemediğim ‘transvers miyelit’ adı verilen bir hastalığım vardı; hastalık çok çok nadir görüldüğünden benim herhangi bir karşılaştırma yapmam imkânsız gibiydi.
Tek çare kalmıştı, o da üst düzey bir savaş, bir meydan okumaya girişmekti; ne de olsa bugüne kadar hep böyle yapmıştım ama bu geçmişte yaşadığım hiçbir mücadeleye, sınava benzemiyordu. Bu sefer silahlarım çok azdı ve bu savaşın kurallarına tamamen yabancıydım. Çünkü tek bir genel kural yoktu; herkesin parmak izi misali kendi yolu, kendi kuralları vardı. En önemli kural ise zamanı doğru kullanmak olduğundan, ilk seferde doğru yolu bulmak gerekliydi yoksa ikinci bir şans olmayabilirdi.
Girdiğim tedavi ortamlarında birçok savaşı bırakan insanın trajik hikâyesini duyuyor; nasıl kaderlerine teslim olduklarını ve hayata küstüklerini aklım bir türlü kabul etmiyordu. Sonuçta her şey insanlar içindi ve bu da yaşamın uçlarda da olsa bir parçasıydı. Ayrıca, başını hastanede göğsümden ayırmayan, olayların herkesten çok farkında olan kızımın bir kahramana ihtiyacı vardı ve vereceğim en büyük miras belki de bu deneyim olabilirdi.
Bir şekilde çare aramaya başlamıştık, o an’ a kadar tanıdığımız herkes bir şehir efsanesi anlatır olmuştu. Biz de kendimizi her hafta rüyamda görsem inanmayacağım ortamlarda bulmuştuk. İlk başlarda hiçbir şeye hayır demiyordum; ne de olsa bir umuttu, belki de işe yarardı…
Artık işe başlamış, normalleşme sürecinde bir adım daha atmıştım. Evdeki hasta yatağı ve ilaçları da attım mı artık normaldim; ne de olsa insan nasıl hissediyorsa öyleydi, ya da ben tüm enerjimle buna inanmıştım. Ayrıca, gün ve gün daha iyi oluyor, rahatsızlık öncesi ne yapıyorsam aynısına devam ediyordum. Elverdiği sürece dışarı çıkmaya, arkadaşlarımla vakit geçirmeye devam ediyordum. Başka bir deyişle geri çekilmek yerine inadına üzerine gidiyordum durumun. Ancak, toplum halen alışık değildi, ne de olsa bu tip şeyler hep başkalarının başına gelirdi. Şirkete tekrar gelişimin ilk günü meselâ; 3 tip insan girmişti odamdan; 1) Hiçbir şey olmamış gibi davranan dostlar 2) İçeri ağlayarak giren dostlar 3) Ne diyeceğini bilemeyen, hatta suratına hangi ifadeyi yerleştireceğine bile karar veremeyen dostlar.
Hâlbuki ki hepsi aynı derecede üzgündü, benim tepkim ise herkese karşı aynıydı. Peki, farklılık neydi? Bakış açısıydı… Ben çok iyiydim ve çalışmaya açtım. Üzerime bir görev daha düşmüştü, insanlara da nasıl hissederlerse öyle olacaklarını ve etraflarının da aynı şekilde hissedeceğini anlatmak. En büyük sınav ise elimizdekilerin ne kadar kıymetli olduğunu, boş hastane odasının beyaz tavanına bakarken maddi değerlerin tamamen geçersiz kaldığını, iç huzurun, yaşamak-yaşatmak arzusunun paha biçilmez olduğunu anlatmaya çalışmak.
Bir süre sonra saptığım yolun doğru bir yol olduğu ortaydı adeta, her gün biraz daha iyileşiyordum. Doktorların bile inanamadığı şeyler oluyordu, tıp dünyasında konuya ilgi gün ve gün artıyordu. Başabaş noktası ise ayaklarımın üzerine basmak üzerine kurulmuştu; denilen o ki, tekrar basabilirsem gerisi kolaydı. Süreç ise tüm sabırları zorlayan, taş olsa ortadan çatlatan türdendi, 15 ay olmuştu, her gelişme olmuş ancak hâlâ ayağa kalkacak gücüm gelmemişti. İnsanların şüphelerini gözlerinden okuyor ama kendi gözlerimde en ufak bir şüphe göremiyordum.
Bugün mü? Doğum günüm… Birçok anı, birçok yeni deneyimle yeni yaşıma basıyorum ve hiç olmadığım kadar mutluyum çünkü dünya tatlısı kızım 2 yaşında artık; her gece oyun ve antrenman arkadaşım oldu ve ben ilk defa geçen hafta tekrar ayakta durabildim, Allah bana doğum günü hediyesi verdi…
Bundan sonrası mı? Tekrar Nisan ayını beklemek zorundayım; bu ilkbahar kızımı oyun parkına ben götüreceğim… Suat Akbay”
Suat Akbay geçtiğimiz Nisan ayında kızını oyun parkına götürebildi mi, bilmiyorum… Bunu öğrenebilmek için kendisini aradım ama ulaşamadım. Umarım götürebilmiştir… Azmi ve gayreti ona bu sonucu hak ettiriyor çünkü…
Tüm babaların “Babalar Günü” kutlu olsun. Hiçbir baba çocuğunu oyun parkına götürmekten yoksun kalmasın…
Engellerimizi hissettirmeyecek engelsiz bir yaşam dileği ile…
Paylaş