*
Trafik kilit. Bir milim ilerlemiyor. Gazeteden çıkmışım, yorgunum, yalnızım, mutsuzum, arabanın içinde çaresiz oturuyorum, sanırım tırnaklarımı yiyorum.
Hani öyle dalgın, üzgün ve durgun olursun ya bazen.
Kendi içinde kaybolmuşsundur.
İçine kaçmışsındır.
Birden bir şey olur, beklemediğin bir şey, biriyle göz göze gelirsin mesela...
Kendini yakalanmış hissedersin.
Çırılçıplak hissedersin.
Kalakalırsın.
Donakalırsın.
Karşındaki, o kısacık anda fotoğrafını çeker sanki.
Ruhunun fotoğrafını...
Ondan olacak birazdan, henüz haberim yok.
*
"Hadi artık" diyorum, "Yeter! Açılacaksa açılsın bu yol, evime gitmek istiyorum..."
Kafamı çeviriyorum.
Ve yandaki lacivert arabayı fark ediyorum.
Aman Allah’ım, O’nun arabası.
İçinde oturuyor.
Tam yan yanayız.
Bilmem neden, önce boynuna takılıyor gözüm.
"Ne kadar beyaz bir teni var" diye düşünüyorum.
Ve direksiyonu kavrayan ellerini görüyorum.
Sonra aklımdan geçirdiklerimden ben utanıyorum.
Tam kafamı öne çevirip, hayatıma geri dönecekken...
O da aynı anda kafasını çevirip bana bakıyor.
Gülümsüyor.
Ne kadar tanıdık, ne kadar sıcak, ne kadar güven verici, ne kadar saran, sarılan ne kadar ne kadar ne kadar bir gülümseme...
İşte aşkın beni teslim aldığı an, o andır!
Felaket bir trafiğin ortasında, iki ayrı arabadaydık ama birden bütünleşiverdik.
Birden film ağır çekim dönmeye başladı.
O kareyi, daha sonra da hatırlayacağımı, pardon hayatım boyunca asla unutamayacağımı daha o anda biliyordum.
Gözlerine kilitlenip kalmıştım.
Alkış!
Ben aşık olmuştum.
*
Aman Allah’ım!
Bu bakışı bir yerden tanıyorum ben.
Bu, o vahşi trafikte arabalarımız yan yana durduğunda bana bakan gözlerin bakışı...
Saran, sarılan bakışlar.
Kızım Alya’nın bakışları...
Kızım bazen bana sevdiğim adam gibi bakıyor.
O bakış, o aşık olmama sebep olan bakış, kızımın içinden bir anda geçiveriyor.
Yoksa, biz çocuklarımızı bu yüzden mi bu kadar çok seviyoruz?
Sevdiğimiz erkeklerin, kadınların birer parçası oldukları için mi?
Onlar gibi baktıkları, onlar gibi güldükleri için mi?
*
Sıcak.
Kapılar, pencereler açık, hafif bir meltem esiyor.
Uzun perdeler, gölge oyunları oynuyor.
Alya, öğlen uykusu uyumayı reddediyor.
Bütün çocuklar gibi.
Çaresiz, ana-kız birlikte kuduruyoruz.
Yatağın altından sürünerek geçiyoruz, üstünde zıplıyoruz, yastık savaşı yapıyoruz, kahkahalar arasında. Sonra yorulup, kocaman bir yastığa kafamıza koyup önce tavana bakıyoruz, sonra birbirimize dönüyoruz...
Aman Allahım!
Şimdi de kızım, benmişim gibi bakıyor bana.
Çok tuhaf bir duygu.
Benim küçük bir modelim karşımda gözlerini dikmiş bana bakıyor.
Ama nasıl söylesem...
Benim daha masumum, daha safım...
Daha güzelim, daha gencim, daha iyi, yeni ve gelişmiş modelim...
Gülüyor.
Benim gözlerim onlar, gülünce kayboluyor.
Bir parçam onun içinde mi?
Yoksa, ben mi kendimi görüyorum kızımda?
O yüzden mi aşığım ona?
*
Oysa o, benden, sevgilimden, bizden bağımsız, evrimini tamamlamaya çalışan minik bir canlı...
İki ayağı üzerine kalktı, yürümeye başladı.
Bu gelişme onu daha da sevimli yaptı.
Doğruymuş yani...
Büyüdükçe paylaştığın şeyler de çoğalıyor.
Anlatırken sözcükler hafif, yetersiz ve kuru kalıyor.
Sen o anı ilk gördüğünde, "Yürüyorsun Alya, yürüyorsun!" diye haykırdığında, karşındaki resim, insanı çıldırtacak kadar sevinç yaratan bir şey.
Artık sen onu tutmadan, o kendi başına da var.
Artık istediği yere gidebilir.
Özgürlüğe atılan ilk adımlardan biri.
Şundan daha güzel bir fotoğraf olabilir mi: Bebeğin yürüyor, sonra yoruluyor, birden seni fark ediyor, kendine göre adımlarını hızlandırıp sana doğru geliyor ve üzerine yıkılıyor.
Sana teslim oluyor.
Sana güveniyor.
Şu hayatta biri sana ihtiyaç duyuyor.
Ağlıyorsun haliyle.
Sevinçten, mutluluktan...
*
"Yeter artık Alya!" diye haykırırken, o kadar mutlu olmadığım kesin.
Bir çocuğun yürümeyi öğrenme aşaması, sadece ve tek başına sevimli değil, bazen de çok tehlikeli. Yürümeye başlamasıyla kazandığı özgürlük duygusu, onu o kadar baştan çıkarıyor ki, önüne bile bakmadan, basamaklara filan aldırmadan dere- tepe- çöl- deniz düz gidiyor.
Hayır Alya...
Dur Alya...
Gitme Alya...
Orası havuz Alya...
Eyvah çocuk düştü, atla...
Baba suda Alya...
Bak anne de suda...
Sakın ağlama...
Hep beraber yüzüyoruz Alya...
Garaj kapısı açık, sokağa çıkma Alya...
Denize çok yaklaşma, ben getiririm topu Alya...
Kısaca ömür törpüsü!
Eyvah şimdi ne olacak?
Bir yakalayamama duygusu...
Ya yetişemezsem, tehlike anında yanında olamazsam korkusu...
Bu telefon bana mı?
Evde birkaç saatliğine yalnız bıraktığım kızımdan kötü bir haber mi gelecek?
Her an bir tedirginlik hali...
Sizin de bildiğiniz gibi...
Yüreğinin sürekli bir hop hop etme hali...
Bir de bitmeyen bir enerji ki, yakalayabilirsen aşk olsun...
Kuş misali; şimdi buradaydı, oraya nasıl gitti?
Full full full full enerji!
En etkili, en uzun ömürlü, en dayanıklı, en şarj edilebilir Duracell’lerden.
Uyuyor, şarj oluyor...
Ve "küçük maymun" tekrar yollara düşüyor.
Bir de lüleleri uzadı ablası, yıkanınca omuzlarına iniyor!
*
Annem yalan söylediğimi küt diye anlarmış.
En azından öyle olduğunu iddia ediyor.
Ben de yiyorum.
Diyor ki, "Yüzün farklı bir şekil alıyor yalan söylediğinde. Yüzün kendisini, seni ele veriyor! "
Alya’da da benzer bir şey var.
Daha konuşmaya başlamadığı için, yalan söyleyecek hali yok.
Ama yapılmaması gereken bir şeyi yaptığında, yüzünde acayip bir ifade oluyor.
Mesela yutma ihtimali olan bir şeyi ağzına mı atıveriyor...
Hemen dönüp yüzüme bakıyor...
"Yapma Alya!" diyeyim diye bekliyor.
Onu demeden ağzından çıkarmıyor.
Söylüyorum.
Gülüyor.
Havuzun suyunu içmemesi gerektiğini biliyor...
"Yıkandığın su içilmez, içinde yüzdüğün su içilmez!" diyorum.
Dinliyormuş gibi yapıyor.
Küçük oyuncak bardaklarıyla, kovalarıyla olayla ilgisi yokmuş gibi oynamaya devam ederken, ani bir hareketle benim bakmadığım bir anda, kovayla havuzdan suyu alıp, ağzında tutuyor.
Ve bana bakıyor...
Fark etmemişsem, eliyle omzuma dokunup fark etmemi sağlıyor.
Sonra bakışıyoruz.
"Hayır!" dememi bekliyor, diyorum, rahatlıyor.
Daha çaresiz durumlarda, inatlaşmak adına, elinden kovasını filan almışsam, parmağını suya batırıp, yalıyor.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun Alya!"
İnadı kime çekmiş acaba?..