Suudi Arabistan CEO’luğuna kadar yükselmiş bir isim. Karısı Türk: Lale Ansingh. Dubai’nin en popüler halkla ilişkilercilerinden biri. Buradaki en havalı festivalleri, açılışları, defileleri, davetleri organize eden kişi. Zaten Floris Ansingh de emekli olmuş, şimdi Dubai’de danışmanlık hizmeti veriyor, yakında üniversitede ders de verecek. Bunca yılın birikimini gençlere iletecek. Türkler hakkında ilginç tespitleri vardı. Sizinle paylamak istedim...
Hikayeniz nerede, nasıl başladı?- Karayipler’de! Karayipler’in bir incisi vardır: Curacao. İşte ben, 16 yaşına kadar orada yaşadım. Venezüella açıklarında, Küba’ya yakın bir ada. Hayat, olağanüstüydü. Nüfusu 100 bin filan. 10 bini Hollandalıydı, geri kalanı da, aklınıza hangi millet geliyorsa, ondan. Haliyle, çok erken yaşta başka kültürler tanıdım. Bu tabii, hoşgörüyü ve açık
fikirli olmayı getiriyor. Böyle bir topluluk içinde büyürsen, hiçbir kültürle, ırkla sorunun olmuyor. Herkesin farklılıklarını kabul etmeyi öğreniyorsun.
Adada hangi dil konuşuluyordu?- 12 dil konuşuluyordu. Yerliler ise Papiemento konuşuyordu. 4 ayrı dilin karışımı: İspanyolca, Portekizce, Hollandaca ve İngilizce. Ada 16. ve 17. yüzyılda pek çok ülkenin sömürgesi olmuş. Önce Hollandalılar gelmiş, sonra Fransızlar, derken İngilizler Fransızları atmışlar. Pek çok savaş da yaşanmış zaman içinde....
İyi de siz bir Hollandalı olarak, neden 16 yaşınıza kadar orada yaşıyorsunuz!- Çünkü babam Shell’de çalışıyordu. Doktordu. Daha doğrusu jinekolog. Etrafımdaki herkesi babam doğurtmuştu. Herkes onu iyi hatırlıyordu. Nedense, bu beni de popüler biri yapıyordu. Şahane bir çocukluk geçirdim...
Peki liseyi bitirince ne yaptınız?- Aslında hemen üniversiteye gidecektim. Ama "Önce bir İsveç’e gideyim" dedim, orada bir arkadaşım vardı, "Bakalım, İsveç’te hayat nasıl, biraz gezelim, tozalım..." Annesinin arabasını aldık 3 hafta sonra koltuklarına kadar çalınmış bir vaziyette getirdik. Arkadaşımın babasıyla benim babam bir araya geldi: "Bu ikisinin sıkı bir disipline ihtiyacı var, biz bunları önce askere gönderelim, dünyanın kaç bucak olduğunu anlasınlar!"
Anladınız mı?- Hayır! Fırsatım olmadı. Çünkü beni denizci yaptılar ve görevli olarak tekrar Karayipler’e yolladılar. Şaka gibi ama tekrar evimdeydim. Üstelik param vardı, bir de spor arabam! Babam beni cezalandırmak istemişti ama işte, ters tepmişti. Bizim adada kuraldı: Bütün güzel kızları denizciler kapardı, biz de kıskançlıktan çatlardık. Ama şimdi bir mucize olmuş, ben de denizci olmuştum. Keyfime diyecek yoktu. Askerlikten sonra Hollanda’ya gittim üniversitede ekonomi okudum. Ben de babam gibi, babamın babası gibi Shell’de çalışmaya başladım...
Nasıl yani, babanızın babası da mı Shell’ci!- Evet, bir aile tarihimiz var Shell içinde. Büyükbabam, Endonezya’daki ilk operasyonu yürütmüş olan kişilerden biri. Babam ise tıp eğitimi aldıktan sonra Shell ailesine katılıyor, doktorluk yapıyor. Tesadüfler sonucu Karayipler’e geliyorlar, biz de orada büyüyoruz...
Karayipler sanki sadece tatile gidilecek bir yer... Nasıl bir his, orada yetişmek, orada büyümek?- Bir Shell kasabasıydı yaşadığımız yer, okul Shell okuluydu, doktor Shell doktoruydu, Shell şoförü, Shell bahçıvanı, işçiler bile Shell’ciydi. Herkes, her şey Shell. Sinema da, kitapçı da, bakkal da. Ben böyle bir ortamda yetiştim. Bir Shell çocuğu olarak. 12 yaşına kadar da, dünyada herkes böyle yaşıyor zannediyordum. Tabii çok şaşırdım, meğer dünyada başka petrol şirketleri de varmış. Güzel kocaman, bahçeli bir evimiz vardı. Gerçi herkesin evi birbirine benziyordu, yan yana evler, ama olsun bana göre en güzel bizimkiydi ve inanılmaz büyüktü. 10 sene önce büyüdüğüm evi bir daha göreyim diye adaya gittim. Doğru sokağın içindeydi, eminim, yürüyorum ama bizim güzelim kocaman evi bulamıyorum. Sonra küçücük bir ev gördüm. "Yok, mümkün değil bu bizimki olamaz!" dedim. İnanamadım. Benim hayallerim de o kadar kocamandı ki...
Hayattaki en büyük hedefiniz Shell’de çalışmak mıydı?- Yok canım, üniversiteyi bitirecek ve dünyaya gezecektim. Shell’de çalışırım diye bir planım yoktu. Fakat üniversiteyi bitirdikten sonra bir gün Shell’in binasının önünden geçiyorum, şeytan dürttü, içeri girdim, "Yeni eleman almıyoruz" dediler. "Aldık bitti..." Tahrik olmuştum, "Çok büyük haksızlık, siz beni beklemediniz!" dedim. "Oysa, ben sizi 24 yıl bekledim!" Anlamadılar tabii, anlattım, Shell kasabasında büyüdüğümü, büyükbabamı, babamı, o kadar çok konuştum ve kafalarını şişirdim ki, beni işe aldılar ve Brezilya’ya yolladılar. Ben değil miydim dünyaya gezmek isteyen, işte başlamıştım gezmeye...
Bu arada hayatınız boyunca gerçek memleketiniz olan Hollanda’da ne kadar yaşadınız?- Sadece 8 yıl. Buna karşılık Arjantin’de, Uganda’da, Türkiye’de, Mısır’da, Birleşik Arap Emirlikleri’nde ama en uzun Suudi Arabistan’da yaşadım. Tam 10 yıl.
Böyle sürekli mobil olmanın, farklı ülkelerde yaşamanın hem pozitif hem negatif yanları olmalı...- Evet. Çok olumlu yanları var, bir başkasının gözünden dünyaya bakmayı öğreniyorsun. O bakış açısından hoşlanmasan da, saygı göstermen gerektiğini biliyorsun. Yargılamıyorsun insanları, oldukları gibi kabul ediyorsun, ki bu çok zordur, en kolayı, birilerini, bir şeyleri eleştirmektir, "Onu sevmedim, bunu beğendim, o şöyle, bu böyle" demek çok kolay. Ben sadece gülümserim hayata böyle bakanlara. Kolay yolu seçtikleri için de üzülürüm. Bardağın boş tarafını görmek için özel bir çaba sarf etmek gerekmiyor. Ama olumsuz yanları da var sürekli farklı ülkelerde yaşamanın...
Ne gibi?- Gençken biriyle tanışırsın, o arkadaşlık, o dostluk, o sevgi sonsuza kadar sanırsın. Oysa, hiçbir şey sonsuza kadar değildir, hayattaki bütün ilişkileri beslemek gerekir. Her ne kadar bazı insanlarla bir araya geldiğinizde, ilişkinize tekrar yeniden aynı yerden devam edebiliyorsanız da mesafeler, ilişkiyi zayıflatır, cılızlaştırır. Onların hayatlarında önemli şeyler olurken, sen orada değilsin. Kız kardeşi ölüyor, kardeşi kanser oluyor, çocuğu doğuyor, sen sadece telefonla onun üzüntüsünü, sevincini paylaşabiliyorsun, ya da bir hafta sonu atlayıp onun yanına gidebiliyorsun, bu yeterli değil. Uluslararası yaşamanın bu tarafları iyi değil. Her ülkede bir parçanı bırakıyorsun.
Gelelim en sevdiğiniz ülkeye...- Türkiye. Resmen aşık oldum. Olmamak mümkün mü? Zaten bunun farkına varmayan birileri varsa, o mutlaka Türk’tür! Türkiye’ye ilk geldiğim gün yağmur yağıyordu. İstanbul’a ayak basmıştım. Çok heyecanlıyım. Dünyanın en büyülü şehirlerden birindeydim, merakla etrafa bakıyorum. Aman Allah’ım, etrafımdaki Türklerin hepsi asık suratlı, kimse gülmüyor. "Ben neredeyim?" dedim, "Bunlar beni öldürür burada", o kadar karamsar görünüyorlar. Ama sonra, zaman geçince, Türkleri yakından tanıyınca, o insanların kalplerinin içini görünce, ne kadar sıcak olduklarını fark ediyorsun, müthiş misafirperverliklerini bizzat yaşıyorsun ve Türklere fena halde aşık oluyorsun...
Peki niye gülmüyorlarmış!- Hava o kadar kirliyse, cebinde paran yoksa, kredi kartı borcun çoksa, yağmur da yağmışsa, ulaşım için araba da bulamıyorsan.... Kahkahalarla gülecek halin olmaz elbette. Türkler, tanıdığım en hassas insanlar. Ve hassas insanlar, pişmiş kelle gibi sırıtmazlar...
Karınızın Türk olmasının Türkleri sevmenizde bir etkisi var mı?- Vardır tabii. Lale’yle Hindistan’da tanıştım, ben bir iş gezisindeydim, o da öyle. Çok aşık olduk birbirimize, evlendik ve bütün o yolculuklarını birlikte yaptık. Ben onun sayesinde Türkleri tanıdım. Sonra da bunu iş edendim, Türkler özel ilgi alanım oldu. Türkler nasıl düşünür? Türklerin kafası nasıl çalışır? Nelerden etkilenirler? Nelere alınırlar? Onlarla konuşurken nelere dikkat etmek gerekir? Mesela, bir Türk’le bir konuda münakaşa mı ediyorsun ve o münakaşayı sona erdirmek mi istiyorsun, çok duygulanacağı bir şey söyle... Bitti, hemen gözleri dolar, mesele de tatlıya bağlanır. Türkler, yeryüzünde görüp görebileceğin en duygusal millettir!
Yabancı gözüyle Türkler4 yıl görev yaptıktan sonra Türkiye’den ayrıldım. Veda partimde, bir çalışanımız elini kaldırdı, "Mr Ansingh, gidiyor olmanız bizi çok üzüyor ama bilmenizi istiyoruz bir konuda çok şaşkınız" dedi, "4 senedir buradasınız, Türk bir karınız ve Türk bir kızınız var, nasıl olur da bu kadar zaman içinde Türkçe öğrenmediniz?" Birden herkes sessizleşti, çıt çıkmıyor, veda partisinde böyle bir soru olacak iş mi diye düşünüyorlar, sessizlik daha da arttı. Ben de dedim "Sizi çok sevdiğimi biliyorsunuz, ben bir Türk aşığıyım." Bu lafı eder etmez insanların gözlerinin dolmaya başladığını gördüm, hatta bazı erkekler bakışlarını yere indirdi, "Ama dürüst olmam gerekirse..." diye devam ettim, "Eğer ne dediğinizi anlarsam sizi daha az sevmeye başlayabilirdim, o yüzden hiç Türkçe öğrenmeyi düşünmedim!" Herkes gülmeye başladı. Beni affettiler. Çünkü "Sizi çok seviyorum" diye başlamıştım konuşmama. Bir Türk’le meseleye böyle girerseniz, gerisini halledersiniz...
Kural şu: Karşındaki bir Türkse, duygusal ol. Avrupalılar rasyoneldir ama Türkler duygusal. Türkler alınırlar. Bir şeyi nasıl söylendiğine filan takılırlar. Bazen biçim ve üslup ne söylediğinden bile daha önemlidir. Dikkat edeceksin. Türklerin kalplerini kırmayacaksın. Bence, bütün bu duygusallık ve hassaslık Türkler için hem çok büyük bir güç hem de onlara en zarar veren şey. Ben hep şöyle söylerim: Türklerin ellerindeki silahla kendileri ayaklarından vurma yetenekleri var. Gerçekten öyle. Bir şekilde bunu beceriyorsunuz. Yanlış anlaşılmasın bunu da saygıyla söylüyorum çünkü ben Türkleri çok seviyorum. Ama hep bir nokta geliyor, Türkler deliriyor. Hiç kimse delirmezken, herkes tartışmaya sakin devam edebilirken, Türkler deliriyor. Onları her şey delirtebiliyor. Hemen kişisel alıyorlar. Ve bir Türk kararını verdiyse, bitmiştir, o kadar gururludur ki, asla kararından dönmez. Uluslararası bir şeyde bile böyle davranabiliyorsunuz. Ama bir yönetici olarak seçim yapmam gerekirse, kertenkele gibi soğukkanlı ve rasyonel insanlarla çalışmaktansa, her zaman sıcakkanlı ve duygusal Türkleri tercih ederim.
Bir de itiraf etmem gerekiyor, Türk kadınlarını özellikle seviyorum. Karıma açılmayan kapı yoktur mesela, inanılmazdır o konularda. Türk kadınlarında, tarifi ve tanımlaması zor farklı bir şey var.
Türkiye’ye ilk geldiğim zamanlarda yolda filan dehşete düşüyordum. Karıma, "Lale bunlar kavga ediyor, başımız belaya girmeden, gidelim buradan!" diyordum, herkes birbirine bağırıyor çünkü, "Ne kavgası?" diyordu Lale, "Onlar, sadece konuşuyor!" Gün geçtikçe ben de alıştım bu gürültülü konuşma biçimine, hatta bir an geldi, kim ne derse desin, tepki olarak gülümsüyordum. Türkler, gülümseyen insanlara da, özellikle gülümseyen yabancılara, kayıtsız kalamıyorlar. Hemen yumuşuyorlar. Bir Türk’ün kalbine girmeyi becerdin mi, bitti...
Kızım Lizzy, görüntü olarak yüzde 100 bir Hollandalı. Ama mantalite, tamamen Türk. Çünkü anne Türk. Gerçi çok memnunum öyle olduğu için. Anne-kızı izlemek bana ayrı bir mutluluk veriyor. Lizzy diyor ki, "Gece kulübe gidebilir miyim? Bugün Cuma, 4’e kadar kalabilir miyim?" "Hayır" diyor annesi, "Anneciğim, benim güzel annem, seni çok seviyorum, lütfen izin ver" diyor, "Peki 2’ye kadar kal!" diyor Lale, "Ama annem, benim güzel annem zaten 12’de başlıyor gece, 2 eve dönmek için çok erken..." diyor ve tatlı diliyle annesine istediği her şeyi yaptırıyor. Bu işte kızımın Türk tarafı. Hollandalıların kafası basmaz böyle şeylere. Bizde "hayır", hayırdır. Oysa, bir Türk için "hayır", asla hayır değildir. Aşılması ve mutlaka "evet"e çevrilmesi gereken bir şeydir.
Karımın babasının adı "Hayır Orhan"dı! İlk söylediği şey hep "hayır"dı. Ama sonra anne- kız babayı hep bir şekilde ikna ederlerdi. Türk kadınlarının müthiş bir özelliği vardır. Biz erkeklere şu hissi verirler: Sanki kararları biz veriyoruz, yani karar mercii biziz. Bu tabii dünyanın en büyük palavrası. Onlar ne istiyorsa onu yapıyor, ama öyle bir tezgah kuruyorlar ki, sen erkek olarak senin istediğin yapıldı zannediyorsun. Oysa, gerçek patron onlar...