Paylaş
İşte yine o evdeyim.
Cemre Birand, “Nerede oturmak istersin?” diye soruyor.
“Aynı yerde” diyorum.
İki ay önce oturduğum yere geçiyorum.
Karşımda, gözyaşları dışına değil, içine akan bir kadın.
Acısı çok derin.
Hemen anlaşılıyor.
“Mehmet Ali’yi yuttum sanki, içimde taşıyorum!” dediğinde insanın içi parçalanıyor ama aynı zamanda çok güçlü ve metanetli.
Ayakta dik durması gerekiyor, oğlu için, torunu için, hayatta yapılması gereken şeyler için, sevdiği adamın adını devam ettirmek için…
Eminim duracaktır.
Allah ona güç ve sabır versin.
Ne hissediyorsunuz şu anda?
"Yatakta yer değiştirdim, artık Mehmet Ali’nin çukurunda uyuyorum. Kendimi orada huzurlu hissediyorum, orada onunla bütünleşiyorum."
- Torunuma “Deden bir uçakta seyahatte” dedim. Nasıl anlatırsın 2 yaşındaki bir çocuğa ölümü? Fotoğrafını gösteriyor, “Dedem nerede?” diyor, ben sessiz kalınca, İtalyanca soruyor bu defa, “Dove dede?” Anlatıyorum artık: “Dede uçakta.” Umi çok uçağa bindiği için, uçağın havada gittiğini biliyor, bu sefer pencereye koşuyor, “Hani uçak? Yok uçak.” “Biz göremiyoruz, bulutların arasında” diyorum. Kafası karışıyor, biraz sonra tekrar soruyor, ısrarla soruyor…
Çok yakınlardı o zaman dede-torun…
- Hem de nasıl. Sabahları kaçırırdı Mehmet Ali onu evinden. Birlikte parka giderlerdi, Umi orada oyun oynar, köpekler onu kovalar, Mehmet Ali de bankta oturup yazısını yazardı. Yan komşumuz Berna Tokar da ona kahve yollardı ve bir tabak elma... Hava güzelse her sabah rutinleri buydu, kapalıysa, evde lego oynarlardı.
Umi tamam da siz nasıl hissediyorsunuz?
- Bir bulut içinde yaşıyor gibiyim. Mezarda değil, yüzde 100 eminim. Mezarı çok yakın, hemen altımızda Anadoluhisarı’nda. Gömdüğümüzün ertesi sabahı gittim, bağıra bağıra ağlayacak gibiydim. Mezarının başında bir süre oturdum, sonra dedim ki, “Kusura bakma Memo, sen burada değilsin, ben eve dönüyorum.” Eve geldim, burada da yok. Nerede olduğunu bilmiyorum. “Herhalde” diyorum, “Kafamın içimde…”
Sabahları nasıl uyanıyorsunuz?
- Bir an, hiçbir şey olmamış gibi geliyor. Ama daha henüz uyanmadan, uykuyla uyanıklık arasındaki zaman... Sonra birden bire dank ediyor. “Memo artık ölü” diyorum. 15 gün boyunca seyahatte diye kandırdım kendimi. Bugün o duygu da bitti. Artık gelmeyecek. Bugün kötüyüm. Bir sis bulutu içinde gibiyim. Şoktayım aslında.
Antidepresan falan…
- Mehmet Ali’ye ilk pankreas kanseri teşhisi konduğunda Cipraleks almaya başlamıştım iyi geldi ama bugün o da yetmiyor artık..
Rüya?
- Hiç göremiyorum. Ki ben müthiş rüyalar görür, sabahları Mehmet Ali’yi dürtüp dürtüp anlatırdım. Ne rüyalar! Ne renkli rüyalar! Robert Redford’u bile görürdüm, film senaryosu gibi, casus filmlerinde. Artık sıfır. Hiç. Gecelerim simsiyah.
Bu kadar seveni olması sizi şaşırttı mı?
- Güler Sabancı çok güzel bir laf etmiş. O da amcasından duymuş: “Cenazeler insanların final scorecard’larıdır. İnsanın değeri cenazesinden belli olur.” Mehmet Ali canlı, sıcak bir insandı. Sevilmeyi severdi. “Filanca beni niye sevmiyor?” diye ciddi ciddi dert ederdi. Ona yakışan bir cenaze töreni oldu.
Umur, “Anadoluhisarı’nda tantanasız özel bir tören yapalım” dedi. “Yok yok” dedim, “Trafiği tıkayalım.” Ama doğrusu bu kadarını asla hayal etmemiştim. Abdullah Gül, bakanlar, askerler, Patrik…
CENAZESİNİ GÖRSE REYTİNGİM MÜTHİŞ DİYE ÇOK SEVİNİRDİ
Görse ne derdi?
- Reytingim müthiş diye çok sevinirdi! Acayip mutlu olurdu. Hayatın anlamı buydu onun için. Sokaklarda satılan Mehmet Ali kaşkolları filan onu çok güldürürdü.
Caminin avlusu, sokaklar, adım atılamayacak haldeydi. Pencereler, çatılar insan doluydu. O ağır üzüntünün içinde bir parça da seviniyor mu insan?
- Hem de nasıl! İçimden, “Ay Memo, keşke bu kalabalığı da görseydin!” deyip durdum. Çok yakın bir arkadaşım önümden geçerken dedi ki, “Cemre vallahi Diana’nın cenazesi de böyleydi.” O halimde bile beni güldürmeyi başardı.
Peki birbirinden bu kadar alakasız insanın bir araya gelmesini nasıl açıklıyorsunuz?
- Mehmetli Ali öyleydi. Türktü, Kürttü, sağcıydı, solcuydu herkesi birleştirmeye çalışan biriydi. Bütünleştirici biriydi, cenazesi de öyle oldu.
“Onunla birlikte benim de bir tarafım öldü” diye hissediyor musunuz?
- Hayır. Ama tuhaf sanki ‘Alien’ filmindeki gibi içimde oturuyor. Onu yutmuşum gibi. Bundan sonra hep benimle birlikte olacakmış gibi.
Devam edebilmek için nasıl bir formül buldunuz?
- Formülüm filan yok. Aslına bakarsan, Mehmet Ali pankreas kanseri olduğunu öğrendikten sonra bizi ölümüne hazırladı. Dedi ki, “Bir gün gelip çalışamayacağım, küçülelim, daha küçük bir eve geçelim, daha küçük bir yazlık alalım…” Ama hemen öleceğini de düşünmüyordu. Geçenlerde bana “Galiba yırttım” bile dedi. Kemo sırasında 28 Şubat’ı yazdı, ‘Erdoğanlı Yıllar’ belgesini planlıyordu. Ama bir taraftan da günbegün yaşıyorduk. Her pazartesi kan testi korkusu vardı, sonra kemoya, bir hafta rahat geziyorduk, sonra hooop tekrar aynı şey…
Yasınızı nasıl tutuyorsunuz?
- Eski usul! 40 gün evden çıkmayacağım. Gitsem bir tek doktoru Sualp Tansan’a giderim, teşekküre.
Peki o şaşırdı mı?
- Evet. “Aslan gibi yolladım size” diye bağırıyordu hastanenin kapısında. Çünkü onun projesiydi Mehmet Ali, medarı iftiharıydı.
Sizin Birand’ı sevme gerekçenizle insanların onu sevme gerekçesi aynı mı?
- Hayır. Onlar Mehmet Ali’nin tabiiliğini sevdiler, çağdaşlığını sevdiler, olduğu gibi olmasını sevdiler. Ben Mehmet Ali’yi sevdim, hatalarıyla, sevaplarıyla her şeyiyle. O Mehmet Ali değilken sevdim. Ben Erenköylü Memo’yu sevdim…
"ERKEK YIKAR" DEDİLER DİNLEMEDİM KOCAMI BEN YIKADIM
Bu son seyahate gitme fikri nereden çıktı?
- Benden. Dedim ki “İster misin Karayipler’e dalmaya gidelim mi? Kendini iyi hissediyor musun?” “İyiyim, gidelim” dedi.
Üzülüyor musunuz, “Ben adamı zorladım mı acaba?” diye…
- Yok canım, Mehmet Ali istemeseydi gitmezdi, söylerdi. Bütün hayatımız onun sağlığına göre ayarlıydı. Üç çift gittik.
Karayipler’e indiğinizde nasıldı?
- Ateşli. Daha önce Ankara’ya gitmişti, yorgun vücut reaksiyon veriyor. En zayıf noktası da o safrakesesi stentleri. Ateşi yükselince antibiyotik iğnesini ben yaptım. Ateş düştü. Sonra dalmaya gittik.
Uçmanın, dalmanın mahzuru yok mu, basınç- masınç?
- Sormuş zamanında doktoruna, “Vücudun ne istiyorsa onu yap” demiş. Döndükten sonra da ateşlenince, stentlerin değişmesi farz oldu.
ALLAH ONA GÜZELLİK Mİ YAPTI?
Bir sürü insan da ölüm sebebine şüpheyle yaklaştı. “Hastane hatası mı? Hastane niye açıklama yapmıyor? Neden otopsi yapılmadı? Bu kadar küçük ve rutin bir operasyonsa niye kalbi durdu?” dendi. Siz ne diyorsunuz?
- Evet, basit bir operasyondu, daha önce defalarca yapıldı zaten. Bir gün evvel de bize söylemeden gitmiş, açılamamış o kanal, stentleri yok olmuş, düşmüş mü ne... Ertesi sabah “Karaciğer kanalından telle gireceğiz” demişler. Operasyon bittiğinde de kalbi durmuş. Ya emboli ya da kalp durması. “Otopsi?” dediler. “Ne yapacağım, istemem” dedim, “Bilsem ne olacak?”
İnsan kızıyor mu, öfkeleniyor mu?
- Hayır dehşete düşüyor, hayrete düşüyor!
Doktor hatası var mı acaba diye merak etmiyor mu insan?
- Yok canım, yıllardır tanıdığımız doktorlar. İkisi de çok iyi doktor. Bugüne kadar hep yaptılar.
Peki siz nasıl açıklıyorsunuz olan biteni?
- Mehmet Ali benden daha inançlıydı. Her gece omzumdan öper, “Allah’a şükür bugünü de güzel geçirdik” derdi. Her sabah güne de “Çok şükür uyandım” diye başlardı. Bazen düşünüyorum da pankreas kanserinden acılar içinde ölecekti de Allah ona bir güzellik yapıp en iyi günde mi yanına aldı? Duydu herhalde onu. Bir de ölümden çok korkuyordu, düşünsene hiç bilmedi öldüğünü.
Siz ne zaman olayın vahametini anladınız?
- Biz Umur’la, Mehmet Ali operasyondan sonra kaçmasın diye gittik hastaneye. Doktorla pazarlık yapıyormuş çünkü “akşam ekrana çıkacağım, beni kaça bırakırsın” diye. Kapıyı kilitleyip önünde oturmaya niyetliydim.
İçinizde bir sıkıntı filan…
-Yok canım. Oturduk çıkmasını bekliyoruz, iki doktor geldi. “Operasyon çok iyi geçti ama kalbi durdu” dediler. Şoka girdim. “Nasıl yani?” diye. “Canlandıramadınız mı?” “Yok” dediler; “Yapamadık. 45 dakika uğraştık. Geri gelmedi.” “Öldü mü yani!” diye sordum dehşet içinde. “Hayır” dediler, “Kalbini makineye bağladık. Kalbi dinlenecek, sonra kanını geri vereceğiz.” O gün öyle geçti. “Makinenin süresi en fazla 24 saat” dediler, “Ondan sonra makine bir işe yaramaz…”
O arada onu gördünüz mü?
- Evet. Uyuyor gibiydi. Canlandırayım diye, “Umi geliyor” dedim, gözlerini şöyle bir açtı kapattı, meğer refleksmiş. Sonra bir ameliyat daha yaptılar. Göğsünü açtılar. Dört saat sürdü. Ertesi gün baktım, iyi değil, vücudu su toplamış. Makinenin son raddine kadar bekleyeceklerini söylediler. “Makine durmaya başlayınca kanı geri vereceğiz” dediler. O arada neler yaptım neler, ayağını çimdikledim, gıdıkladım, konuştum, “Kalk ne yapıyorsun orada?” dedim, bağırdım, küfrettim, oğlanın çorabını koklattım. Fayda etmedi… Sonra, “Beyin ölümü gerçekleşti” dediler. Ama yine de yavaş yavaş kanını geri verdiler, vücudu ısıttılar, kalbi tekrar çalıştırmaya uğraştılar. Olmadı. Derken ziller ötmeye başladı. Ve tamamen öldü, Memo gitti. Umur, “Bizi lütfen yalnız bırakır mısınız?” dedi, çıktılar odadan. Biz üçümüz kaldık, işte o zaman çok ağladık. Sonra dışarı çıktık, “Bitti, gitti” dedim herkese. Dediler ki, “Temizleyeceğiz”, içim el vermedi, geri içeri girdim baktım iki hastabakıcı Mehmet Ali’yi yıkıyordu, yaraları var. Kanlar var, ben de yıkadım. Bütün ameliyatlarında onu ben yıkadım.
Nasıl duruyordu?
- Yine uyuyor gibi. Biraz şiş ama çok huzurlu. Bir lokma saçını kestim, hep yanımda saklayabilmek için…
Peki gözünüzü kapattığınızda o hali geliyor mu aklınıza?
- Sadece o hali değil, her hali geliyor. Sonra eve gittik, o akşamı hatırlamıyorum. Ertesi gün 07.30’da Umur’la morga gittik n’apıyor bizimki diye. Yine aynı o huzurlu ifade. Sonra Zincirlikuyu’ya yıkamaya gittik, gene ben girdim yıkadım. “Erkek yıkar, olmaz!” dediler, dinlemedim bile.
Orada kolu, bacağı bir yere çarpacak canı acıyacak diye düşünüyor mu insan?
- Yok çünkü iki adam var ve son derece şefkatle yıkadık. Sonra Kanal D’deki tören ve cenaze…
Kafanızda bir soru işareti yok yani, hata mata..
- Yani olsa ne olur, olmasa ne olur. Giden gidiyor…
BEN O CENAZEDEKİ KALABALIĞI GÖRMÜŞÜM O KÖTÜ YAZILAR UMURUMDA MI?
Daha kaç yaz göreceğim gibi endişeleri var mıydı?
- Evet öyle şeyler söylüyor bana ama inanmıyordu. Gelecekle ilgili bir sürü planı vardı, 2015’te Ermeni belgeseli yapmak istiyordu mesela. Bu yaz tekneyle gitmek istiyorduk. Benim doğumgünümde seyahate çıkacaktık…
Peki kalp yorgunluğu diye bir laf var…
- “Evet” diyorlar ki “Kemo olan vücutta kalp yorulurmuş”... Ama ne kadar doğru bilmiyorum. İşin ilginç tarafı, “Pankreas kanserinden değil, kalpten öleceğim” diyordu. Hep bir kalp telaşı vardı, babası kalpten ölmüş, o yüzden. Hayat boyu kalp kontrolü yaptırdı, anjiyoya girer, talium testine gider, hiçbir zaman da kalbinden bir sıkıntısı olmadı.
Az da olsa hakkında kötü yazılar da çıktı…
- Ben o cenazedeki kalabalığı görmüşüm, gerisi umurumda bile değil!
İHRAMI, GS ATKISI VE TORUNUNUN ÇORABIYLA GÖMDÜK
Peki ya tabuta iğnelediğiniz çorap…
- Mehmet Ali’nin parmağına geçirdiğim Umberto’nun çorabı. Onunla beraber gitsin istedim. gömülürken koynuna koydum. Bir de ihramı var, onu da koydum…
O nereden icap etti?
- Birkaç sene evvel Mehmet Ali Suudi Arabistan’a, Hac Bakanı’na röportaja gitti, ben de yanındaydım, işi bitince “Hadi buradan Umre’ye gidelim” dedi.
Kutsal topraklardan etkilendiniz mi?
- Pek değil. Bir miktar hayal kırıklığı yaşadım. Kocaman binalar, yürüyen merdivenler, plastik kovalar, neon ışıklar… O orijinal hali korunmamış. Ben zannetim ki oraya gidince bambaşka duygular içinde olacağım. Mehmet Ali’ye bir paket verdiler, plastik bir para cüzdanı, tokyolar ve bir de iki büyük havlu. İhram dediğim o. ‘Made in China’ yazıyor. “Mehmet Ali bu ne ya!” dedim, kızdı bana. Kâbe’nin etrafında dönmeye başladık, anneannemden öğrendiğim duaları okumaya başladım. Kadınlar Kâbe’nin örtüsüne asılıyor, birtakım adamlar ellerinde kızılcık sopası onlara vuruyor. Bir de zemzem suyu alacağım diye heyecanlanmıştım. Bir yere götürdüler, bir sokakta bir musluk. “İşte zemzem suyu bu!” dediler. Bidonlar, tenekeler, kuyruk... Oradan bir şişeye doldurup geri döndük, herkese birer yudum verdik. O havluları da sakladım. Çünkü Mehmet Ali, “Beni o havlularla gömün” demişti. O gün birden hatırladım, eve koşturup bulduk, onu mezarın altına yaydık, onun üstüne çiçekleri koyduk, üzerinde bir GS atkısı, koynuna da Umberto’nun çorabı öylece gömdük…
Benim Mehmet Ali’m
Benim Mehmet Ali’m, akşam eve geldiğinde mavi sabahlığını, oğlunun aldığı terliklerini giyen, bir süre sonra da “Açım ne yemek var? Çorba yok mu?” diye sesini yükseltmeye başlayan bir adamdı. Cumartesi pazar, bir kanepede o bir köpekle, öbür kanepede ben öbür köpekle uzanır; kitap, dergi, gazete karıştırırdık. Akşam olduğunda da perdeleri çeker, film izlerdik. Bazen arkadaşlarımız gelirdi ya da Mehmet Ali kâğıtlara bir şeyler yazar, bir işler yapardı. Öyleydi benim Mehmet Ali’m…
Ben şimdi kime, ne soracağım?
Umur, “Ben şimdi sorularımı kime soracağım?” dedi. Çünkü babasına çok danışırdı. “Ben artık ne yapacağım” diye paniklemesi normal tabii. Dedim ki, “Mehmet Ali sorsun sormasın ben hayat boyu ona fikirlerimi söyledim. Kimini dikkate aldı, kimini almadı. Sana da aynı formülü uygulayacağım. Ama senin de bana baban kadar açık olman lazım.” Mehmet Ali daha kapıdan girerken anlatmaya başlardı, “Şu oldu, bu oldu, şöyle oldu, böyle oldu” diye... Çok açık bir insandı, Umur daha kapalı bir kişilik.
Acısı sonradan çıkacak
Korkunç bir kayıp karşısında çok normalim, bu da anormal bir şey. Metanetimi kaybetmiyorum. Ağlayamıyorum bile. “Çiçekler değişti mi, pasta alındı mı, bugün taziyeye kimler geliyor, Mehmet Ali’nin kitaplarını nereye bağışlayacağım?” böyle şeyler düşünüyorum. Diyorlar ki, “Acısı sonradan çıkacak!”
Ruh nereye gider?
Yaşatan birileri olmazsa hatırasında, o ruh nereye gider? Ama Mehmet Ali kalacak, eserleriyle anılacak. Onların peşine düşmem, kitaplarını toparlamam
lazım. Eskiden de işim Mehmet Ali’ydi, şimdi daha fazla oldu. Amaaa 50 yıl sonra ne olur, kim Mehmet Ali’yi hatırlar onu bilemem…
Tapu dediği mezarlıkmış
Bir gün eve geldim, “Sana bir tapu aldım” dedi. Çok sevindim, olur ya bir arsa, ev, küçük bir şey... Bir baktım, mezarlık tapusu. Kıyameti kopardım. Aldım bir dosyaya koydum, kaldırdım. Gün gelince de çıkardım. Ama bu kadar çabuk çıkaracağımı hiç tahmin edememiştim.
Herkesin onunla küçük bir anısı var
Ne kadar güzel mesajlar, mektuplar geldi anlatamam. Dışişlerinden, bakanlardan, sefirlerden, dünyanın her tarafından, yüzlerce insandan. Hepsinin onunla küçük bir hatırası var. Bağış ve çelenk listesi de inanılmazdı. Keşke hepsine teker teker teşekkür edebilseydim ama o kadar çoktu ki maalesef mümkün değil.
Fotoğraf: Cem Talu
Paylaş