Paylaş
Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan. Rüyamı tam hatırlamıyorum. Ama içim dışım Nazlıcan olarak uyandım. Sıkıntıyla. İçimden bir şey, onu aramamı söyledi. Oysa, o kadar yakın da değilim. Telefonunu buldum, aradım. Diğer 20’likler neler yaşıyor bilmiyorum, ama o yaşından büyük. Elinde olmadan erken büyümüş. Ama neticede 20! Nedir ki 20? Hayatın başı bile sayılmaz. Fakat 5 yıldır, her çarşamba Silivri’de babasını ziyaret ediyor. Duruşmalar da cabası. Kim bilir insanlara anlatmadığı neler yaşıyordur dedim ve sordum...
Nazlıcan rüyama girdin, seni aramak istedim... N’apıyorsun?
-Duruyorum! Çanakkale’de bir çay bahçesinde duruyorum. Ben uzun zamandır duruyorum, 5 sene oldu. Babam, cezaevine girdiğinden beri. Hayat durdu. Saatler durdu. Ama akrebi, yelkovanı ittirmeye çalışıyorum...
Babanla ilgili çıkan karar seni şaşırttı mı?
-Hem evet, hem hayır. Bir memur disiplininde umutlu olma durumundayız ya hep hepimiz, o beklenti, o umut hiç bitmiyor. Şaşırıyorsun ama şaşırmıyorsun. Zaten sürekli pek çok duyguyu aynı anda yaşıyorsun: Öfke, hayal kırıklığı, isyan, hüsran. İçten içe hazırlamışım kendimi, hissettim...
Tam olarak ne hissettin?
-Gerçeği mi duymak istiyorsun: Bir yumruk daha yiyeceğimizi ve hayatımızın 5 yılına yayılan bu durma halinin devam edeceğini. Hep bir bekleme durumu. Bu sefer, yelkovana daha sağlam yüklenmek gerekecek...
Bu son beş yılda neler oldu sana?
-Çok şey. Siyasetle ilgili değildim. Şimdi bazı diğer 20’liklere göre ordinaryus sayılırım! Bu da isteyerek olmadı. Ama neler olmadı dersen, darbe almadığım bir tek hafta bile olmadı! Perşemben güzel geçse de, haftaya çarşamba illa ki gideceksin o cezaevine... Hayat savurdu benİ
Ne kadar değişti hayatın, nereden nereye savruldun?
-Hayatın bana yapmayı en sevdiği şey bu sanırım: Savurmak. Sürekli bir yerden bir yere savuruyor. Tam, “Kontrol bende” demeye çalışır gibi oluyorum, hayat karşıma geçip uzun bir “Hayıııır!” çekiyor. Son beş yıldır, şımarmama hiç izin vermedi!
Eğitiminle ilgili ilk kurduğun hayal neydi, şu an ne durumdasın?
-Biliyorsun, Avusturya Lisesi’nden atıldım. Güzel de gidiyordu aslında. Seviyordum. Ama 3 sene sonra, “Gitsen iyi olur” dediler. Hatta, “Gidiyorsun!” dediler. Sebep de, çarşamba günleriydi. Görüşlere gitmem. “Ya görüşlere gitmeyeceksin ya da okuldan gideceksin” dediler. Valla, ben babamı tercih ettim. Yani durum şu: Lise sınavına fenci olarak girdim, sonra Avusturya Lisesi’nde ticaret okudum, atıldım, sonra Güzel Sanatlar Lisesi’nde resim okurken Türkçe matematikten sınava girdim. Şimdi de Yeditepe’de psikoloji okuyacağım. Büyüyorum sürekli. İyi ki hayat savurdu beni!
ENFES TERS KÖŞE!
“İçeridekiler” ve “dışarıdakiler” arasında “kendini iyi gösterme oyunu” mu oynanıyor? Her şey iyiymiş, güzelmiş oyunu...
- Oooooo bu, beş senedir kimsenin sormaya cesaret edemediği sorudur! Enfes ters köşe yaptın! Göz kırpıp geçeyim Ayşe. Sonuçta, devam ediyor her şey. Süreci baltalamayalım...
Bu, ne kadar yıpratıyor insanı?
-İnsan, kendi kendine daha fazlasını yapamaz! Öyle diyeyim. Bu açıklayıcı olur sanırım.
Ondan mı psikoloji okumak istiyorsun?
-Psikoloji, insanı ve bununla beraber hayatı tanımak için dipsiz bir hazine gibi geliyor bana. Bir de “insan halleri” ilgimi çekiyor. Bu beş yılda halden hale girdim. Ben, biz, hepimiz... Ve elbette yaralar. Yaraların, büyülü hali de etkiliyor beni. Herkesin bir yerinde bir “kıymetli yara”sı var bence. Benim de var. Ona nasıl davrandığına göre şekilleniyor insan.
Kendi yaralarını sarmak için psikoloji okumak istiyorsun yani...
-Sarmak istemiyorum ki onları! Arada bir üstünü açıp, sevebilmeliyim. Geri kapatabilmeliyim ama. Bunun için de kendimi daha iyi tanıyabilmek istiyorum. Kimseyi “tedavi” etme amaçlı değil yani psikoloji bölümüne girişim. Kendimi tanımamda ve yaralarımı nasıl sevmem gerektiğini öğrenmemde, yolumu ışıklandırsın yeter...
Sen benim özgürlüğümsün, iyi yaşa!
Hapishanede Tuncay Özkan’la görüşen Nazlıcan nasıl biri, çıktıktan sonra hayata, eve dönen Nazlıcan nasıl biri?
-Görüş dediğin meret, bir saat. Karşındakine yaptığın bir mimik bile, onun, içeride kurmasına, bir şeyi büyütmesine neden olabiliyor. Ben de biraz fazla temkinliyim. O temkinli hal de, insanı geriyor. Kaç dakikamız kaldığını düşünmeden sohbet edebilsek, şahane olacak, birbirimizi daha da iyi tanıyabileceğiz. Ama kolay olmuyor, akrep ve yelkovan bu sefer, dokunmadan, tık tık tık, son sürat ilerliyor. Dönüş yolu da hiç unutulamayacak bir zaman parçası: “Onu orada bıraktım ve yine dönüp, gidiyorum!” Korkunç bir suçluluk duygusu...
“İnsanoğlu, her felakete üç ay sonra alışır” diyorlar, öyle mi? Alıştık diyebilir misin?
-Yok öyle alışmak malışmak, nereden çıkıyor bunlar! Bitmeyen bir “felaket” bizimki...
Sürekli güçlüyü oynamak ne kadar yıpratıcı?
-Bazen sokakta yürürken, bir anda yolun ortasında, yıkılmak istersin ya, öyle. Güçsüzüm demiyorum. Ama bunun bir tartısı da yoktur ki baktıralım...
Sen yaşının gerektirdiği şeyleri yaşayabiliyor musun? Normal tatile gidebiliyor musun mesela?
- Şu an Çanakkale’deki bir çay bahçesinde oturuyorum. Karşımda Midilli Adası var, çay bahçesinin adı Dutburnu... Daha ne isteyeyim?
Bodrum’da bir plajda güneşlenirken görüntülenmek yakışmaz mı sana?
-Cezaevindeki babaya ihanet gibi keyif ha! Çok küçük detaylar çok yıkıcı olabiliyor. Dutburnu’nda iyiyim...
Bir yandan da babanın hayatını yaşıyor gibi değil misin? Dışarıdayken, içeride gibi...
- Babamın, “Sen benim özgürlüğümsün, iyi yaşa!” sözü, kulağıma küpe. Ben de tamamen “içeride” yaşarsam olmaz. Onu, dışarı çıkaran “parça”sı olmayı tercih ederim. Ama ne kadar yapabiliyorum, meçhul...
Davayla ilgili bir umudun var mı?
- Yanlış umutlar fena çuvallatıyor! Hukuktan, mahkemelerden yana hukuk süreci bitmemiş olmasına rağmen, umudumun olmadığını söyleyeyim artık! Hem siyasi davadan hukuki karar çıktığı nerede, ne zaman görülmüş ki... Geçiniz!
NANEYE SORUŞTURMA AÇTILAR
Bu nane soruşturma açılması ne iş?
- Hücrede nane yetiştirmek, domates büyütmek, “adalet baba”nın canını sıkmış olacak. Babam, Gezi direnişi için, büyüttüğü naneyi bize yollamak isteyince, naneye soruşturma açtılar. Naneler soruşturmaya boyun eğmeyecek kadar güzeller. Haklı olmak da öyle.
SEN KANATLARIMIN ALTINDAKİ RÜZGARSIN!
DÜN üzücü bir gündü.
Arif Mardin’in sevgili eşi, Nazan, Joe (Muki) ve Julide’nin sevgili annesi Latife Mardin vefat etti.
Robert Kolej mezunu Mardin romancıydı.
Arif Mardin’in dünyaca ünlü bir prodüktör olmasında, onun emeği, desteği çok.
Hayatlarının 50 yılını birlikte New York’ta geçirdiler. Her şeye sıfırdan başladılar. Büyük aşktı onlarınki. Zaten 2006’daki eşinin ölümünden sonra yavaş yavaş eridi.
“Arif’i beklemek” diye kısa bir film yaptı ailesi.
Çünkü Latife Mardin’in hali buydu:
Sevdiği adama kavuşacağı zamanı beklemek.
Dün başsağlığı için Betûl Mardin’i aradığımda şunları söyledi:
“Önce komşumdu. Sonra sıra arkadaşım oldu. Sonra oda arkadaşım. Sonra kardeşimin eşi ve yeğenlerimin annesi. Şimdi de beni burada bırakıp gitti. Onu çok özleyeceğim...”
Ailesinin ve tüm sevenlerinin başı sağ olsun.
Arif Mardin, 11 Grammy aldı. Herkes için “dünya çapında yazar, müzisyen” denen bir dönemde yaşıyoruz ya, o gerçekten dünya çapında bir prodüktördü.
Dillere destan martiniler hazırlayan, güzel gülen, hafif mahcup ve çok alçakgönüllü bir adamdı.
90’da “Yılın Şarkısı Grammy”sini alırken -ki şarkının adı “Wind beneath my wings”di (Kanatlarım altındaki rüzgâr) ve Bette Midler söylüyordu- ödülü, eşi Latife Mardin’e ithaf etti ve ona “Kanatlarımın altındaki rüzgâr sensin!” dedi.
Ne güzel bir laf değil mi?
Orada kavuşmuş olmaları
dileğiyle...
Nur içinde yatsınlar!
Paylaş