Paylaş
◊ Veeee sonunda sizinle röportaj yapabilme şerefine erişiyorum! Bir kitap daha... Bir fenomen daha... Heyecan var mı heyecan?
- Olmaz mı? ‘Kırlangıç Fırtınası’ bugüne kadar yayımladığım 26’ncı kitap ama o heyecan hiç eksilmiyor! “Okur ne diyecek?”ten çok, “Ben nasıl bir roman yazdım?” sorusu zihni kurcalıyor. Daha önce kaleme aldıklarından farklı olmalı, ayrıca daha iyi olmalı. Olur mu? Orasını zaman gösterir ama sen, bu iddiayla oturmalısın bilgisayarın başına.
Yoksa adımı yıllarca yaşatacak olan kitap mı?
◊ Yani o çıta devamlı yükselecek, öyle mi?
- Aynen öyle! Bir başka deyişle, imkânsız olana doğru yürümelisin. Yani seni mahvedecek olan şeye doğru! Kim bilir belki de yıllarca adını yaşatacak olan şeye doğru. Matrak olansa, başarıp başarmadığını bile göremeyecek oluşun!
◊ Niye?
- Çünkü bir yazarı iyi kılan şey, öldükten sonra da eserlerinin okunması. Yani sen cavlağı çekmeden, eserinin değerli olup olmadığı ortaya çıkmıyor! İşte içimdeki o kıpır kıpır heyecanın nedeni bu. “Yoksa?” diye düşünüyorsun, “Adımı yıllarca yaşatacak olan bu kitap mı?”
◊ Ben de tam, kitapları bu kadar çok satan bir yazar korkar mı, geceleri uykusuz kaldığı olur mu diye soracaktım...
- Hem de nasıl! Ama bu korku kitap bitmeden çok önce başlar. Hatta yazacağın roman henüz fikir aşamasındayken... O fikir bir hikâyeye dönüşürken, bir kurguyla romanın omurgasını oluştururken, karakterleri yaratırken, ilk cümleyi yazarken... Çünkü defalarca roman yayımlamış olman, yeniden yazabileceğin anlamına gelmez! Dahası, öncekilerden iyi bir şey yazacağın anlamına hiç gelmez! O nedenle, yaratma sancılarıyla uykunun bölünmesi, romanın her aşamasında başına gelecektir. Ama kitap bittikten sonra yeni kaygılar da eklenecektir: “Oldu mu, iyi bir roman yazabildim mi?” sorusu geveze bir papağanın can sıkıcı nakaratı gibi eksilmeyecektir kulağından. Bütün bu kaygılar içinde elbette romanının ilgiyle karşılanıp karşılanmayacağı da vardır. Aksini iddia etseler de, burnundan kıl aldırmayan yazarlarımız bile bu ilgi alaka meselesini önemserler. Sadece önemsemez görünürler! Öylesi daha fiyakalı oluyor çünkü!
◊ Şahane anlattınız! 25 farklı dilde Ahmet Ümit polisiyesi okunuyor. Özellikle Yunanistan’da ‘bestseller’sınız. ‘Komşu’ sizi neden bu kadar seviyor?
- Her yıl 10 civarında kitabım yabancı ülkelerde basılıyor. ‘İstanbul Hatırası’ Almanya’da yayımlandı ve önemli bir satış rakamına ulaştı. Ama itiraf etmeliyim ki Yunanistan, Bulgaristan ve Arap ülkeleri gibi eski Osmanlı coğrafyasında daha çok okunuyorum! Ki bu coğrafya, aynı zamanda Roma İmparatorluğu’nun coğrafyasıdır. Yani bir zamanlar o ülkelerle ortak kültürü paylaştığımız coğrafya. Özellikle Yunanistan’a Türkiye’den gidenler ve onların çocukları, iç yakan bir nostaljiyle okuyorlar romanlarımı.
◊ Sizce neden?
- Yitirdikleri ülkenin toprağının rengini görür gibi oluyorlar da ondan!
Vitrinde kitabımı görünce Zagreb baba evi gibi oldu
◊ Yurtdışında bir kitapçıda kitabınızı görünce ne hissediyorsunuz?
- Yıllar önce bir kış gecesi Zagreb’e inmiştim. Merakla şehrin caddelerinde dolaşırken, bir kitapçı vitrininde, üzerinde adım olan bir kitap gördüm. ‘Sis ve Gece’ adlı romanımdı. Tek bir Allah’ın kulunu bile tanımadığım Zagreb, birden ‘baba evi’ gibi bir yere dönüştü! Atina havaalanındaki billboard’da fotoğrafımı gördüğümde de aynı duyguyu hissettim. Kahire’de ‘Bab-ı Esrar’ın Arapçasını elime aldığımda da aydınlandı içim. Ama Berlin’in en büyük kitapçısında, ‘Die Garten von İstanbul’ (İstanbul Hatırası) romanımı gördüğümde artık bu duyguya alıştığımı fark ettim. Keşke mümkün olsa, romanlarım dünyanın bütün dillerinde yayımlansa ama yapmak istediğim şeyden çok, kaybetmek istemediğim bir duygu var.
İlk kitabımın hissettirdiği duygu en kıymetlisi
◊ Nedir o?
- 1989’da ilk kitabımı elime aldığımda içimde uyanan duygu... Ülke içinde ve dışında kitapları 4.5 milyonun üzerinde satan, eserleri filmlere, dizilere, tiyatrolara, operaya uyarlanan bir yazar olsam da, galiba benim için en kıymetlisi o an hissettiklerimdi! Sanırım bu kadar kitaba rağmen hâlâ yazmaktan sıkılmamamın nedeni de işte o duygu. O çocuksu istek, o amatör heves...
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu
Kırlangıç çığlığı Suriyeli göçmenler
◊ Sizi hangisi daha çok rahatsız ediyor: İnsan avcılığı mı, çocuk istismarları mı, yoksa felaketler karşısında “Aman bana ne!” kayıtsızlığı mı?
- İnsanın insanı avlaması, yani seri katillik elbette korkunç bir sapkınlık! Ama bir nevi katil. Eninde sonunda, öyle böyle yakayı ele verir, yahut öldürülür. Oysa çocuk istismarına göz yuman, kadın tacizine ses çıkarmayan, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” diyen toplum, bütün kötülüklerin anasıdır. İnsan türünün yozlaşmasının, soysuzlaşmasının nedeni böyle kişiliksiz, karaktersiz, ahlaktan yoksun toplumlardır! Roman, büyük mutsuzluğumuzu, büyük anlamsızlığımızı, büyük çaresizliğimizi, büyük korkumuzu anlatıyor. Vicdansızlığın, merhametsizliğin cehenneme çevirdiği günümüz dünyasını... Vicdanını yitirmiş bir dünyadan başka nedir ki cehennem?
Göçmenlerle empati kurmalı
◊ ‘Kırlangıç çığlığı’ da Suriyeli göçmenler mi?
- Aynen öyle! Biliyorsun, kırlangıçlar göçmen kuşlardır. Göç sırasında önemli bir bölümü ölür, yollarda kalır, telef olur. Kırlangıç benzetmesiyle Suriyeli göçmenleri anlatmaya çalıştım. Her şeye rağmen onlarla empati kurmamız gerektiğine inanıyorum. Aksi takdirde, Türklere kötü muamele eden ırkçı Avrupalılardan hiçbir farkımız kalmaz. Selçuk Şirin’in de defalarca söylediği gibi; vatanından ayrılan bu insanları eğitmenin, topluma entegre etmenin yollarını bulmak lazım.
Hiç abartmadan söyleyebilirim ki Antepli olmak bir ayrıcalıktır
◊ Antep sizi nasıl şekillendirdi?
- Gaziantep’ten 18 yaşında ayrıldım. Ama ruhen hiçbir zaman o güzel şehirden kopamadım. Kişiliğimi belirleyen, ruhumun renklerini oluşturan en önemli temeller Antep’te atıldı. Cesaret, çalışkanlık, samimiyet, arkadaşlık... Bütün bunlar bana Antep’te geçen çocukluğumdan kalan miraslardır. Dedemin, adına ‘dutluk’ dediğimiz kocaman bir bahçesi vardı. Yazları çocukluğumuz orada geçerdi. Ağaçlar, dereler, hayvanlar, toprak, okuldan çok daha fazlasını öğretti bana. Elbette o muhteşem damak tadı da... Yemesini bilmiyorsanız yaşamayı da bilmiyorsunuzdur! Antep’te yemek demek, sadece beslenmek değildir. Aynı zamanda en önemli zevk araçlarından biridir. Hiç abartmadan söyleyebilirim ki, Antepli olmak bir ayrıcalıktır.
Ruhumun yarısı Antepli
◊ Sizin neleriniz Antepli?
- Bedenimin tümü, ruhumun yarısı Antepli! Yedi çocuklu bir ailenin en küçük oğluydum. On odalı, geniş bahçeli bir ev... Kalabalık bir aile... Gümbür gümbür bir yaşam... Annem terzi, evde çırak kızlar... Annemin anlattığı hikâyeler, romanlar... Böylesi bir geçmiş unutulur mu? En güzel yıllarımdı. En güzel anılarım Antep’ten kalanlar...
Yazarlığım annemden miras
◊ Siyasalda kamu yönetimi okuyup edebiyata sarmak ne alaka?
- Valla, kendiliğinden oldu. Söyledim ya, annem terziydi. Terzi Fatma... Antep’in en iyi kadın terzilerinden biri. Bizim eve terzilik öğrenmeye ama sadece terzilik değil aynı zamanda hayatı öğrenmeye çırak kızlar gelirdi. Sabah 8’den akşam 6’ya kadar kalırlardı. Tabii sıkılırdı çocuklar, “Fatma Abla, bize hikâye anlat” derlerdi. Annem de fazla nazlanmaz, başlardı tatlı tatlı anlatmaya. Yani benim yazarlığım anneden miras. Ama 22 yaşına kadar aklımın ucundan bile geçmemişti yazar olmak. Böyle bir yeteneğim olduğunun bile farkında değildim. 1982’de bir öykü yazdım. 40 dilde yayımlanan bir dergide basıldı. İşte ilk o zaman anladım yazar olabileceğimi. Daha doğrusu o hevese kapıldım. Ama işin buraya kadar varacağını hiç tahmin etmezdim doğrusu. Şanslıymışım, hayat acayip iyi gülümsedi bana...
Yetişkin bir insan nasıl olur da küçücük bir çocuğa tecavüz eder?
◊ Bu ülkede toprağı sıksanız cinsel istismar, tecavüz, ensest fışkırıyor. Kayıtsız kalamadığınız için mi bunları romanınıza koydunuz?
- Elbette o da var! Ama beni ilgilendiren kısım, yetişkin bir insanın, nasıl olup da küçücük bir çocuğa tecavüz ettiği... Bir insan bunu neden yapar? Asıl yanıtlanması gereken soru bu! Tecavüzcüleri, tacizcileri hadım etmek, hastanelere kapatmak, hapishaneye sokmak, hatta linç etmek, sadece öfkeyi giderir ama sorunu çözmez. Öncelikle bu meseleyi, insan neden bu aşağılık suçu işler bağlamında ele almak lazım. Cinsel açlık mı, şiddet kültürü mü, sapıklık mı, sadistlik mi, ne? Cesaretle bu konuyu tartışmak lazım. İnsanı abartmamak lazım. Biz o kadar da iyi bir tür değiliz aslına bakarsanız, çoğunlukla kötüyüz. Ama iyi olabiliriz, nazik olabiliriz, doğru olabiliriz, bencillikten kurtulabiliriz. Bunun ilk şartı doğru teşhistir: İnsanı iyi bir canlı türü olarak görmekten vazgeçmek lazım! Yıkıcılığımızın, bencilliğimizin, aptallığımızın farkına varmamız lazım. ‘Kırlangıç Çığlığı’ bunu anlatıyor.
◊ Kitapta, seri katil olan Körebe, kolluk kuvvetlerinin ve yargının yapması gerekeni, yani adaleti yerine getirmeyi kendi anlayışına göre yapıyor ve tacizcileri öldürüyor. Bu da tartışma gündemine getirdiğiniz bir sorun mu?
- Hayır. ‘Kısasa kısas’, ilkelliktir. Sorun çözülmediğinde, kangrene dönüşünce bir umut olarak belirir. Ama hiçbir meseleyi çözmediği gibi çok daha büyük travmalara neden olur.
Tarih dediğin büyük ölçüde yalanlardan oluşur
◊ Sizin iki tür kitap hattınız var. Biri polisiye... Bir de tarihi roman yazıyorsunuz. Tarihe bu ilgi nereden?
- Tarih büyük ölçüde yalanlardan oluşur. Çünkü hep kazananlar yazar. Konu tarihse, ortaya çıkarılması gereken bir gerçek var demektir. Tıpkı, faili bulunmamış bir cinayet gibi. Yani tarih yazıcılığı bir tür dedektiflik çalışmasıdır. Hangisi doğrudur, hangisi yalandır ortaya çıkarma mücadelesidir. O yüzden tarihi bir malzeme olarak kullanmak en çok polisiye romana yakışır. Ama daha da önemlisi, biz yeryüzünün en derin tarihine sahibiz. İnsanlığın 200 bin yıllık macerası bu topraklarda yaşandı. Bu topraklarda doğmuş bir yazar olarak bu olağanüstü hazineye gözlerimi kapamam aptallık olurdu.
Polisiye yazabilmek için yaşadığın hayattan sıkılman gerekiyor!
◊ Polisiye yazabilmek için ne tür özelliklere sahip olmak gerekiyor?
- Öncelikle yaşadığın hayattan sıkılman gerekiyor. Bu hayat sana bayat, tatsız gelmeli, kaçmak istemelisin. Çünkü polisiye yazarken hem katil hem kurban hem de polis oluyorsun. Bu benzersiz bir durum. Müthiş bir heyecan, ürpertici bir korku ve derin bir adrenalin içindesin. Dahası yazarken bir romanın içinde olduğunu unutuyorsun ve gerçek hayattaymışsın gibi hissediyorsun. Bir de çözümleyici bir zekâya sahip olman gerekiyor. Bu yoksa geçmiş olsun, polisiye yazamazsın! Ve elbette ayrıntı ustası olman lazım. Kimsenin göremediğini görebilmeli, bütün resmi tamamlayacak o küçük parçayı şıp diye yerine oturtabilmelisin! Hepsinden önemlisi ise de dil ustası olmalısın. Türkçenin inceliklerini büyük bir maharetle kullanmalısın. Diyalogların sırıtmamalı. Katil katil gibi konuşmalı, pezevenk pezevenk gibi, fahişe fahişe gibi...
Çocuk tacizleri var, göçmen sorunu var, organ mafyası ortak utancımız
◊ Bir ‘Başkomser Nevzat’ yarattınız, çok sevildi. Ailenizden biri gibi mi?
- O başlı başına bir roman kahramanı. Ama evet, aileden biri de olabilir. Yakın bir akraba, bir dost, varlığından büyük mutluluk duyduğum bir insan. Nevzat’ı sevdiğim iki film kahramanından ve gerçek bir polisten esinlenerek yarattım. Film kahramanlarından ilki, Atıf Yılmaz’ın ‘Ah Güzel İstanbul’undaki Haşmet İbriktar karakteridir ki, Sadri Alışık oynamıştı. İkinci karakter Yavuz Turgul’un ‘Muhsin Bey’indeki Muhsin Bey karakteridir, bilindiği gibi Şener Abi oynamıştı. Gerçek kişilik ise Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’dur. Bu üçünün bileşimidir Başkomser Nevzat.
Empati, bir romancı için şahane özellik
◊ Niye sevdi insanlar sizce onu bu kadar çok?
- Samimi olduğu için, içimizden biri olduğu için, bizim gibi acı çektiği için, bizim gibi çaresiz olduğu için, boyun eğmediği için, suçluyu da katili de insan olarak gördüğü için, insanı şahane bir mahluk olarak kabul etmediği için ama hepsinden önemlisi ‘namuslu’ olduğu için.
◊ Siz de kendinizle sürekli vicdan muhasebesi yapar mısınız Komser Nevzat gibi?
- Evet, hatta biraz fazla yaparım! Aynen onun gibi çok fazla empati kurarım insanlarla. Bir romancı için şahane bir özellik. Ama bir insan olarak çok yıpratıcı. Çünkü yeryüzü gitgide vahşi bir ormana dönüşüyor, insanlar ise acımasız mahluklara...
Ortak utancımızı yazmazsam...
◊ Haklısınız... Bu kitapta da çocuk tacizleri var, tacizcileri öldüren seri katiller var, Suriye göçmenleri var, göçmen sorunu var, organ mafyası var, insan kaçakçılığı var... Bu konuları seçmenizin özel bir sebebi var mı?
- Romancı, hayata ayna tutan kişi. Ama o aynaya önce kendisi bakar. Bakınca da aksayan yanları görür. Gerek dünyaya, gerek Türkiye’ye baktığınızda aynada görülenler hiç hoş değil. Çok fazla zulüm var, çok fazla acı, çok fazla keder... Yazar olarak bunları görmezden gelmem mümkün değil. Elbette amacım bir gazeteci gibi gündelik yaşamın aksayan sorunlarını anlatmak değil. Benden önceki romancılar gibi benim işim, insanın ruhunu anlatmak. O ruhu açıklayabilmek için de günümüzde olup bitenlere bakmak zorundayım. Tabii ki, azıcık merhameti ve vicdanı olan herkes gibi, çocuk tacizleri, organ kaçakçılığı ve göçmenlerin yaşadıkları içimi acıtıyor. Bu ortak utancımızı yazmazsam kendimi olanlardan sorumluymuş gibi hissediyorum.
Paylaş