Alya’yı okula bıraktıktan sonra, eve yakın bir parkın etrafında 2 tur atıyorum.
Parkın şekli dikdörtgen.
Kısa kenarlarını koşuyorum, uzun kenarlarını yürüyorum.
Toplam 7 kilometre.
Bana çok iyi geliyor, beni yukarı çekiyor, bütün bedenimi hissediyorum, terliyorum, zorlanıyorum; o esnada bir sürü de şey kuruyorum, planlıyorum, kafamda röportajlar yapıyorum, yazılar yazıyorum, şahane yani.
İki kişiyle de olabiliyor ama farklı bir enerji, ben fark ettim ki yalnız yürümekten daha çok keyif alıyorum.
Yazının burasında size, kendimizle baş başa kalmaya ihtiyacımız var gibi bilgece laflar da edebilirim.
Edeyim bari.
Bütün gürültülerden, seslerden, önerilerden, tavsiyelerden uzakta...
Kendini dinliyorsun, fit de oluyorsun.
Daha ne istersin, belánı değil ya!
* * *
Bu sabah yine tatlı tatlı yürürken...
Baktım, karşıdan geliyor...
Lacivert şortlu adam.
Onu her sabah görüyorum.
Tempolu bir şekilde koşuyor, galiba maratona hazırlanıyor.
Parkın bir noktasında mutlaka karşılaşıyoruz.
Önce ufukta, upuzun iki bacak görüyorum. Aslında kadında da erkekte de çok ince, sütun gibi bacaklar beni rahatsız eder, kim bilir belki de çok muntazamlık, defosuzluktur beni huzursuz eden, ama bununkiler etmiyor. Güzel bir gövdesi var, uzaklardan bana doğru koşarken bedenini inceleme fırsatım oluyor, yaklaşınca gözlerimi kaçırıyorum, ama tam yan yana geçerken, işte o anda, birkaç saniyeliğine göz göze geliyoruz.
Bir tür oyun.
Başta duvar gibiydik.
Artık her gün karşılaşa karşılaşa, belli belirsiz bir tebessüm oluştu dudaklarımızda.
Dün alenen kafasıyla selam verdi.
Onunla ilgili bana en sıcak gelen şey, koşarken, sağa çeken arabalar gibi, kafasının, omuzlarının ve bedeninin çok hafiffff sağa çekmesi...
* * *
Kendi kendime...
Hayatta insanın kendini nasıl konumlandırdığı fevkalade önemli, "Düzgün adam yok, varsa da evli, bekársa da gay" dersen ve eklersen: "Hem nerede bende o şans, çıkmıyor işte!"
Çıkmaz anasını satayım...
Sen çıkmayacağına inanmışsın zaten...
Ama bak, ben mesela, her yerde hoş adamlarla tanışıyorum, uçakta, havaalanında, spor salonunda, trafikte, hatta Alya kucağımda Mc Donalds kuyruğunda beklerken...
Onlarla gidecek halim yok...
Ben hayatımdan son derece memnunum...
Sevgilimi seviyorum...
Ama yani başka erkeklerin de beni beğenmesini, arzulamasını istiyorum...
Bu bir enerji...
Yeryüzüne böyle bir enerji vereceksin...
Evlendik diye mezara girecek halimiz yok ya...
Birilerinin bizi beğenmesinde sakınca yok ya...
Derken...
Böyle ipe sapa gelmez ukalalıklar zırvalarken...
Özgüven tavan yapmışken...
* * *
Lacivert şortlu adam durdu.
Tam yanımda...
Zınkkkk diye...
Durdu ve bana bakıyor.
Aman Allah’ım!
Bilin bakalım hissettiğim ilk şey ne oldu?
Hayır efendim heyecan değil, merak değil, coşku değil...
KORKU.
Evet korktum...
Ben kendi kendime, kafamda masum bir şey yaşıyordum, birden bire, bunun ete kemiğe bürünme ihtimali beni feci halde korkuttu...
Gözlerini bana dikti ve "Merhaba" dedi.
Sessizlik.
"Nerelisiniz?"
Sessizlik.
"Benimle kahve içer misiniz?"
Kafamı kaldırdım aklıma geldikçe utanacağım bir şey yaptım.
"Türküm ve evliyim!" dedim.
Türküm ve çalışkanım gibi!
Ve arkama bile bakmadan koşarak oradan uzaklaştım.
Şimdilerde kendime, lacivert şortlu uzun bacaklı adamların koşmadığı yeni bir park arıyorum.
Ben bir Yehova Şahidi’yim
Edin Ailesi’nin talihsiz kazasıyla ilgili yazını okudum. Hayatta kalan çocukları Murat, Tanrı’ya isyan ederse şaşırmam. Ama etmemeli. Tanrı, asla insanlara böyle acı çektirmez. Düşünsene Tanrı tüm sevdiklerimi yanına alıyor, bu nasıl adalet olurdu? Ne kadar egoist ve bencil bir davranış olurdu, sevdiklerini yanına çağırıyor, dünyada kalan yakınları ise acılar içinde kıvranıyor... Bu tür olaylar, bazen tatsız tesadüflerin, bazen de bizim dikkatsizliğimizin sonucu. Tanrı’nın müdahalesi değil. Ancak ölenlere dirilme ümidi verir Tanrı, tekrar bu yeryüzünde insanlar çok güzel koşullar altında sonsuza dek yaşayabilecek. Savaşın, hastalığın ve ölümün olmadığı bir dünyada. Ben bir Yehova Şahidi olarak buna inanıyorum. Alya’yı öptüm, sana da sevgiler. (Caroline.)
- Teşekkür ederim Caroline. Oldum olası merak ederim siz Yehova Şahitlerini, bir gün bir araya gelip konuşmak isterim. Ben de Allah’ın kimseye acı çektirmek istediğine inanmıyorum ama senin kadar net değil kafam, bir sürü cevabını veremediğim soru var. Bazı insanlar bütün hayatları boyunca güllük gülistanlık yaşıyor bir elleri yağda, bir elleri balda. Bazıları ise acı üzerine acı yaşıyor. Tam diyorsun ki, "Yok artık, bu felaket de onun başına gelemez! O yeteri kadar çekti" Geliyor. Sadece tesadüf öyle mi? Sadece kader...
Alan da Allah veren de Allah
Pazartesi günkü yazınızda "O kime inansın, bütün ailesini alan Tanrı’ya mı?" diyorsunuz. Bu nasıl sözdür, siz ne demek istiyorsunuz? O zaman acısı olan her insan isyan etsin! Alan da Allah’tır veren de. İşimize gelmediği zaman O’na inanmaktan vaz mı geçelim? Gerçi sizin dini bilginizden ne olacak, hangi düzeyde olduğu belli. Ama cehaletin de bir sınırı var, ya saçmalamaktan vazgeçin, ya da biz vazgeçirtiriz... (M.N)
- Sizin kadar din bilgim olmayabilir. Kafamda, sizin kafanızda dolaşmayan bir sürü soru da dolaşıyor olabilir. Ama bu mudur doğrusu? Karşındakini aşağılamak, küçümsemek, azarlamak, üstünlük taslamak, korkutmak. Bu mudur sizin Müslümanlık anlayışınız? Belki dinin gereklerini yerine getiriyorsunuz ama kaba ve sertsiniz.