Paylaş
HETEROSEKSÜEL, EVLİ VE NİKOTİNMAN
Bir mail attım ona.
“Karım Azize’nin en sevdiği yazarlardan birisiniz. Röportaj teklifiniz beni yalnızca gururlandırmadı, ailemizde tatlı bir sevince de neden oldu. Size bunu söylemek beni mahcupluğa sürüklüyor, fakat cinsellik konusu etrafında söyleyecek fazla sözüm yok. Bağışlayın lütfen. Nihayetinde heteroseksüel, evli bir nikotinmanım. Umarım günün birinde rastlaşır, konuşuruz. Böylece benim de ileride torunlarıma anlatacak bir hikâyem olur: ‘Çocuklar ben Ayşe Arman’la yüz yüze konuştum.’ ‘Dede, gene yalan söylüyorsun!’ Çok selamlar, sevgiler, saygılar.”
Tekrar bir mail attım.
“Keşke bir araya gelebilseydik. Cinsellikten ibaret olmayacaktı röportaj. Ben de neticede heteroseksüel, evli, nikotinman bir kadınım. Cinsellik üzerine soracak o kadar da sorum yok. Ben sizi merak ediyordum. Yazı üzerine konuşabilirdik. Edebiyat üzerine, hayat üzerine, aslında iki ayrı mahalle olmadığı üzerine… N’apalım… Ben beklerim. Bir gün isterseniz, ben buradayım, hemen atlar gelirim.”
ROMANLARI İNSANI UÇURUYOR
Sonra öteki Y kuşağı üzerine ilginç bir yazı yazdı.
Merakım tavan yaptı.
Kimdi bu Yeni Şafak’ta yazan Murat Menteş?
Gittim kendine köşe yazarı süsü veren edebiyatçının kitaplarını aldım.
O arada da sevgilimle Meis Adası’na gittim.
Son romanı, ‘Ruhi Mücerret’ yanımda bana eşlik ediyordu.
Romanı, beni benden aldı.
Dönünce telefon açtım.
“Artık beni ekemeyeceksiniz! İftarda buluşalım. Lütfen eşiniz Azize’yi de ikna edin” dedim.
Ve üçümüz buluştuk.
İkisiyle de sohbet etmekten inanılmaz keyif aldım.
Ve Murat Menteş’in hayatına daldım. Çok sıra dışı bir yazar. Eşi de en az onun kadar sıra dışı bir doktor.
Allem ettim, kallem ettim, Murat Menteş’i röportaja razı ettim. Azize’nin de yardımlarını inkâr edemem.
O, söyleyecek yeni şeyleri olan bir adam.Ve romanları insanı gerçekten uçuruyooor.
(Okumadıysanız lütfen Ruhi Mücerret’i alın ne demek istediğimi anlayacaksınız.)
Kendi hayatı da öyle, bisiklet tamirciliği var, sihirbazlığı var ve amatör boksörlüğü…
Kemerlerinizi bağlayın, bu röportaj birkaç gün sürecek!
HAMİŞ: Point Otel’e ve fotoğrafları çeken Cem Talu’ya teşekkür ederim.
Geçen hafta sonu Meis’e gittim, yanımda da son romanınız ‘Ruhi Mücerret’ vardı. Aman Allahım âşık oldum! İnanılmaz bir roman. Gerçekten 300 kilometre hızla giden bir otomobil gibiydi. Aklımı başımdan aldı. İnanılmaz yaratıcı buldum. Her şeyini yeni ve farklı buldum. Ve sizi, Yeni Şafak’taki yazılarınızdan ibaret sandığım için utanç duydum...
- Hiç sorun değil. Türkiye’de insanlar el sıkışırken bile göz teması kurmuyor artık. Birbirimize karşı, mağara adamının, kazma dişli dağ kaplanı hakkındaki düşünceleriyle doluyuz. Herkes, ‘öteki’ni gâvur, yobaz, hain, sapık, açgözlü, yalancı, hilekâr filan zannediyor.
Aslında nesiniz? İslamcı aydın mısınız? Muhafazakâr entelektüel mi? Romancı mı? Kurgu sihirbazı mı?
- Kimliğimle değil; emeğimle ve eserimle tanınmak isterim: Romancıyım yani. Müslüman’ım. Bununla birlikte, inancın, dinin, şu veya bu turnikeden geçerken gösterilen bir kimlik olarak kullanılmaması gerektiğini düşünüyorum. Stanislaw Jerzy Lec, “Yanlış bir adım atmayagörün. Hemencecik birilerinin atış menziline girersiniz” diyor. Ne yazık ki Türkiye’de doğru adım atılabilecek bir bölge kalmadı. Nereye kıpırdasanız, ‘dan!’ diye yaftalanıp vuruluyorsunuz.
Doğru söylüyorsunuz. Ama ben hâlâ romancılığınızda takılı kaldım. Akış hızı insanın başını döndürüyor. Kokain almış gibisiniz. Hep mi böyleydiniz?
- ‘Dublörün Dilemması’ kıtabım yayınlandığında, bir sürü okur, aynı şeyi söyledi: “Ne kullanıyorsun? Eroin, kokain, ecstasy?..” Uyuşturucu müptelası değilim. Nikotini saymazsak. Romanlarımın akıcı, ilginç, sürprizli, komik olması için tabii ki uğraşıyorum...
Roman diliniz de alışık olmadığımız bir dil. Yeni kuşak Türk romancıları olarak, yeni bir dil yaratma amacınız mı var?
- Anlam, anlatımla sıkı sıkıya ilişkilidir. Alper Canıgüz, Emrah Serbes, Murat Uyurkulak, Hakan Günday gibi yazarlarla ortak dertlerimiz var. Aslında her yazar, yeni bir anlatım ve üslup kurmalı diye düşünüyorum.
Babam bile bana 'Ahmet Hakan gibi olma' diyor
Sizi, Ahmet Hakanlaşmakla suçluyorlar? Bu ne demek? Böyle bir kavram mı var?
- Evet var. Gerçekten ilginç bir mevzu. Babam bile bana, “Ahmet Hakan gibi olma!” diyor. (Gülüyor.) Ahmet Hakanlaşma en az 10 yıllık bir olgu. Bence, Ahmet Hakan’ın kendisi bile Ahmet Hakanlaşma sürecini tamamlayamadı. Ee, kolay iş değil. Benim Ahmet Hakanlaştığımı, ancak dedikodu formunda söyleyebilirler. Çünkü ben bir romancıyım. Zaten kendi emeğimle bir işin üstesinden geldim. Ahmet Hakanlaşmak şöyle dursun, günden güne daha da Murat Menteşleşiyorum.
ÜÇ TÜR AHMET HAKANLAŞMA VAR
Peki kaç tür Ahmet Hakanlaşma var?
- Üç. Birincisi: Gerçek Ahmet Hakanlaşma. Yani bir ‘mahalle’de başarılıyken, başka bir mahallede de başarıyı sürdürme, hatta pekiştirme. İkincisi: Kimilerinin bu tabirle kastettiği şey. Yani, dindar bir muhitten, laik bir muhite geçme ve oranın standartlarına uyum gösterme. Üçüncüsü: Gizli Ahmet Hakanlaşma. Bu da ikincinin bir türevi. Zenginleşen muhafazakârların çoğunun yöneliminden bahsediyorum. Villalar, cipler, lüks tatiller, şatafatlı davetler falan filanla coşanların hali. Kaldı ki, Ahmet Hakan’ı bu bakımlardan solda sıfır bırakanlar az değildir...
Daha önceki kuşakta Ahmet Hakanlaşan kim ya da kimler var?
- Bilemiyorum. Ama İsmet Özel, 1970’lerin başında, sosyalistken İslam’a yönelmişti. Harika şiirler yazıyordu ve bu sanatsal yetkinliği ni sürdürdü. Fakat ‘İsmet Özelleşmek’ diye bir tabir ortaya çıkmadı.
Ahmet Hakan’ın nesine kızılıyor?
- Bilmem. Medeni bir insanın Ahmet Hakan’a kin gütmesi için bir neden göremiyorum.
O bir ‘kahraman’ mı, ‘anti-kahraman’ mı?
- İkisi de değil.‘Kahraman’ olmak için, insanları kurtarmanız gerekir. Sanırım, Türkiye için fazla normal biri Ahmet Hakan. Sadece dindarlar değil, laikler de onu ‘farklı’ buluyor. O da “Ne çekti be!”
PERFORMANSI OLAĞANÜSTÜYDÜ
Gezi’deki performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Beğenip, beğenmemek ayrı, performansı olağanüstüydü. Gezi hakkında her gün birkaç yazı yazdı. Yedi haftada 100’e yakın yazı. Bu kadarını, başka hiçbir gazeteci yapmadı. Gezi’yi tanımladı. Gezi’ye akıl verdi. İlham verdi. Bence, Gezi’yi yönlendirdi. Üstelik bunu, gösterişsiz bir tarzda yaptı. Ben mesela, önce Gezi’yi anlamaya çalıştım. Sonra tereddüt ettim. Ardından tekrar konuya eğildim filan. Birçok yazar benim durumumdaydı. Fakat, Ahmet Hakan cesur davrandı. Ve bence Türkiye’ye çok faydası dokundu bu tutumunun. Çünkü o yazılar olmasa, Gezi, bugün olduğundan daha şiddet yüklü bir seyir izleyebilirdi. Gezi’nin demokratik, özgürlükçü, fiyakalı ve kardeşçe bir doku kazanmasında, Ahmet Hakan’ın önemli bir payı oldu. Kendisiyle kişisel bir yakınlığım yok. Gelgelelim, adam teşekkürü hak etti yani!
Kötülük iyilikten çok daha doğurgandır
Dinle ilişkiniz ne zaman, nasıl başladı? İnanç, hayatınızın neresinde duruyor?
- Önce şunu söyleyeyim: Bence, Türkiye’deki tüm kavgalar, kardeş kavgası. Hepsi. Dini inancın, tüm bu ayrışma ve çatışmalarda bir işaret gibi kullanılmasına razı değilim. Ama tabii ki Türkiye bir İslam ülkesi. İslam terbiyesi, İslam kültürü, İslam sanatı, İslam üslubu hepimize az çok sirayet etmiştir. Ateistlere bile. Henny Youngman’in yaptığı bir espri var: “Bir insan, elbette ateist olabilir. Fakat mühim olan Katolik ateist mi, Ortodoks ateist mi, Müslüman ateist mi olduğudur.” Ben sürekli zihnimde, kendime dair, bir ‘günah-sevap’ cetveli tutuyorum. Yani “Şunu yapmamalıydım, bu iyi oldu” gibi. Müslüman hayatı yaşamaya çalışmak, roman yazmaya çok benziyor. Macera hiç bitmiyor. Oturduğun yerde sevap kazanabildiğin gibi, canını dişine taktığın halde günaha girebiliyorsun.
NEFRET DOLU İNSANLARI DİNDAR SAYMIYORUM
Bazen Tanpınar’la, bazen Tarantino’yla kıyaslıyorlar sizi. Ne hissediyorsunuz?
- Kulağa hoş geliyor. Tanpınar’ın soylu titizliğiyle Tarantino’nun ironi yüklü şiddeti... Tabii, sanat söz konusu olunca, benzetmeler daima yetersiz kalır. Sadece ifade ve anlama kolaylığı sağlar.
Bir de inanılmaz ‘fan’larınız var. “Şeyh uçmaz, müritleri uçurur” denir ya, hakkınızda yazılan o şahane şeyler, içinizdeki dengeyi bozmuyor mu? İltifatlardan nasıl korunuyorsunuz?
- İltifatlar, yemin gibi değildir. Ödünçtür. İltifatları, açık çek gibi algılamıyorum. Dahası, asıl ben okurlara minnettarım. Çünkü okurlar olmasa, kitap hükmünü, yazar varlığını yitirir.
Bir de tabii yerenler var. Kendi gazetenizden bir yazar bile sizi ‘darbeci’ olmakla suçladı...
- Darbeci... Ya evet, ‘Otoriteye neden karşı çıkmalıyız?’ başlıklı yazımdan ötürü. Darbeden bahsetmiyordum elbette. Sanırım, insanlar, Ferdi Tayfur’un şarkısındaki gibi düşünüyorlar: “Ya benimsin, ya kara toprağın!” İnsanları değiştiremezsin. Foktan, keçi sütü sağamazsın. Hakarete de uğradım. Kimileri, intihar etmemi istiyor sanki. Romancı zihniyle, “Acaba intihar etsem ve ‘Ölümümün şu, şu, şu kişileri mutlu etmesini umduğum için bu yola başvurdum’ gibisinden bir not bıraksam nasıl olur?” diye de düşündüm.
Dindarların birbirinden nefret etmesi acayip değil mi?
- Nefret dolu insanları, dindar saymıyorum. Onlar başka bir tür. Hayat yolunda seyran etmeyi bilmiyorlar. Nefret çok benzin yakar. Pascal, “Her türlü kötülüğü gönül rahatlığıyla yapma hakkını kendinde gören din kardeşlerimiz karşısında, Tanrı yardımcımız olsun!” der.
Twitter’da, “Murat Menteş’in Yeni Şafak’tan atılmasına karşıyız çünkü o zaten kendini kovdurtup kahraman olmak istiyor” diye kampanya yapıldı. Atarlar mı sizi Yeni Şafak’tan?
- Sanmıyorum. Yeni Şafak, farklı sesleri bünyesinde barındırabilmesiyle tanınan bir yayın. Ben evet, hükümetin üslubunu ve bazı uygulamalarını eleştirdim. Tamam da “AK Parti var olmasın” demiyorum ki. Eleştiri, bir dayanışma biçimidir.
Peki size bu kadar hücum edilmesini neye bağlıyorsunuz? Kıskançlık olabilir mi? Çünkü yazılarınız çok ses getiriyor...
- Kötülük, iyilikten çok daha doğurgandır. Çoğunluk mutsuz. Mutluluk, aslında bir manevi strateji. Diyelim size, piyangodan 15 milyon çıktı. En fazla üç ay sevinebilirsiniz. Felç geçirsem de en fazla üç ay üzülürüm. Sonra duygulanımım normale döner. Mutsuz kimselerin şerrinden sakınmak gerek. Peki ya herkes mutsuzsa? Mesela, size bu röportajı verdiğim için de bana kulp takacaklar. “Zaten bunun için uğraşıyordu” diyecekler. Sanki kariyerimi MOSSAD ajanlarıyla, mahzenlerde toplanarak planlıyorum. Çok saçma! Sahiden öfkelenmiş olabilirsiniz. Ama öfkeyi, haklılığınızın kesin kanıtı sanıyorsanız, işiniz yaş...
HEPİMİZ BU MEMLEKETİN ÇOCUKLARIYIZ
Gezi eylemleri sırasında, son romanınız ‘Ruhi Mücerret’i hem eylemciler hem de polisler okudu. Nasıl olur da iki tarafa birden hitap edebiliyorsunuz?
- Formülüm şu: “Biz” derken, tüm Türkiye’yi kastedelim. Yani hiç kimseyi dışlamayan bir dil kuralım. Türkiye’de bu çok zor. Ben kendim de uzun zaman kendimi, bir muhitin, bir grubun elemanı kabul ettim. Dostlarım ve düşmanlarım vardı. Gerçeği anlayana kadar birçok hata yaptım. Yanıldım, saçmaladım, kalp kırdım. Gerçek şu: Hepimiz, bu memleketin çocuklarıyız. Türkiye, harika bir yer ve burada ağız tadıyla yaşayabiliriz. Tabii ki polisler de eylemciler de romanlarımı okuyacak. Dindarlar, laikler, Aleviler, Sünniler, Kürtler. Herkese hitap etmeye bakıyorum.
Herkesin beğenisini kazanmaya mı çalışıyorsunuz yani?
- Hayır. Bir mimari kitabında okumuştum: Kilise yapacaksan, ‘halk kilisesi’ yapma. Herkese hitap etmeye çalışma. Özgün bir iş yap. Mesela, ‘Mor Çizgili Ceket Giyen Vejetaryenler Kilisesi.’ İşte o zaman herkes ilgilenir.
Ahmet Kekeç sizi eleştiren yazı yazdı. Eskiden sizi sevenler niye sırt çeviriyor?
- Ahmet Kekeç iyi okur ve stil sahibi bir yazardır. Eskiden sık buluşurduk. Sonra görüşemedik. Sanırım, uzak kalınca, hakkımdaki dedikodulara inanıverdi. Bir yazımı üstüne alınmış. Bir de ben, Ekşi Sözlük’te yazdığım 400 kadar entry’yi silmiştim. Ahmet Kekeç’le ilgili entry’m de gitmiş. Ahmet Abi, bunu bir uğursuzluk işareti olarak algılamış. Canımı asıl sıkan şey, birilerinin o yazıdan sonra zil takıp oynamasıydı...
Çalıştığınız gazete, Memet Ali Alabora’yı hedef gösterdi. Siz onlara da katılmıyorsunuz. Peki bu, tepkilere yol açmıyor mu?
- Gazete yönetimi, Gezi sürecini, galiba büyük bir tehlikenin başlangıç sinyali saydı. Herkes biliyor ki Memet Ali Alabora tertemiz bir adamdır. Sivil haklar konusunda duyarlı bir sanatçı... Yeni Şafak kurumsal olarak ‘yandaş’ değil, ‘taraflı’ bir gazete. Yani, Tayyip Erdoğan’ı iktidarda diye desteklemiyor. Muhalefette olsaydı da desteklerdi. Tam da bu nedenle, aslında bir nebze daha rahat...
Türkiye’de sizce yaşanan ne? Neyin kavgası bu?
- Her zamanki gibi kardeş kavgası. Biri çıkıp, “Durun, biz kardeşiz!” demeli. Dücane Cündioğlu söyledi bunu aslında. Bence iki ayrı mahalle yok. Dikkat edin, dindarlar, laiklere çok benziyor. Laikler de epey dindar aslında. Türkiye’de Sünniler, Alevilik’e özgü birçok tutumu, ilkeyi, şiarı farkında olmadan benimseyip içselleştirmiştir. Türklerin hemen hepsinin ailesinde bir Kürt vardır.
Hak etiğiniz yerde olduğunuzu düşünüyor musunuz?
- Öksüz protestocular ve onları kovalayan yetim polislerin dünyası bu! İnancım o ki, insan hak ettiği yere, öbür dünyada ulaşır.
Sizinki farklı bir dindarlık mı? Alışık olduğum dindarlar gibi de değilsiniz...
- Cennete gitmeyi ümit ediyorum. Bu durumda çok da fazla modernleşmiş olamam!
Bir gün iki mahallenin de sözünü ettiği ama kendini kastettiği ‘biz’in, bütün ülkeyi kucaklayacağını düşünüyor musunuz?
- Elbette. Yakın gelecekte, hepimizin iyiliği için, aptallıktan vazgeçeceğiz...
GEZİ EYLEMCİLERİ 1994'TEKİ REFAH PARTİLİ GENÇLERE BENZİYOR
Gezi’yi destekleyen yazılar yazdınız. Sizin için ‘Gezi ruhu’ ne?
- Gezi eylemlerini destekledim, çünkü demokratik sivil hak mücadelelerini umut verici buluyorum.
Kimse Gezi’yi daha önce yaşanmış bir şeye benzetemiyor. Sizce de benzemiyor mu?
- Yıl, 1994... 27 Mart Yerel Seçimleri öncesi... Kravatlı delikanlılar ve başörtülü kızlar, Kadıköy, Beyoğlu, Beşiktaş’ta evlere gidiyor: “Merhaba. Biz, Refah Partisi’nden geliyoruz...” Vatandaşla tatlı tatlı, nazikçe konuşuyorlar. 1- Özgüvenliler. 2- Diyalog kuruyorlar. 3- Özgürlük, eşitlik ve demokrasiden yanalar. 4- Kızlar ve erkekler bir arada. “Belediye seçimlerinde sizden destek bekliyoruz” diyorlar. “Mürteci, bağnaz, gerici değiliz” diyorlar. “İslam barış dinidir, biz barışçıyız” diyorlar. “Demokrasiye inanıyoruz” diyorlar. “Size hizmet etmek istiyoruz, genciz, enerji doluyuz, bize güvenin...” diyorlar.
GENELEVLERE BİLE GİTTİLER
Sadece evleri mi ziyaret ediyorlardı?
- Hayır, işyerlerine de gittiler. Kırtasiyecilere, lokantalara, barlara, meyhanelere, hatta genelevlere! Türk siyasi tarihinde görülmemiş bir medeni cesaret örneği sergilediler. Demokrasi tarihimizin en parlak olayını gerçekleştirdiler. Herkes şaşkındı: “Nereden çıktı bu çocuklar? Bunların kafası farklı çalışıyor, anlamıyoruz fakat çok acayip...” Sadece vatandaşlar değil, Refah Partili kurmaylar da hayret etti...
Peki kimden çıkmış bu fikir?
- 39 yaşında, pırıltılı, Recep Tayyip Erdoğan adlı bir adamdan. 27 Mart seçimlerinde Refah Partisi oyların yüzde 26’sını alıyor! Ve Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatıyla siyaset sahnesine adım atıyor... Herkes şokta. Ben işte Gezi eylemcilerini, 1994 seçimleri öncesindeki Refah Partili gençlere benzetiyorum. Özgüveni, samimiyeti, sebatı, medeni cesareti, özgürlükçü ve eşitlikçi tutumu, espritüel, tatlı diliyle...
Size gene kızacaklar! Gezi’cileri Başbakan’a benzettiniz diye?
- 1994’ten bahsediyorum. Tayyip Bey başbakan belediye başkanı bile değildi.
Peki, Gezi eylemcileri siyasi parti kurup, benzer bir çalışma yapar mı sizce?
- Tahminim, tahminlerin çoğunun tutmayacağı yönündedir. Parti kurmaları şart değil ki. Geziciler, parktaki gibi ellerinde çiçeklerle Üsküdar, Eyüp, Fatih gibi ilçelere giderlerse, şaşırmam. “Biz terörist değiliz. Demokrasiye inanıyoruz. Herkesin inancına saygılıyız” diyebilirler. İşyerlerine, hatta camilere, Kuran kurslarına, ilahiyat fakültelerine, cemaat derneklerine uğrayabilirler. Zaten, bugüne dek, Refah Partili gençler gibi hayret ve memnuniyet uyandırdılar. Bu benzetmemden kimse alınmasın. Gazali’nin bir sözü vardır: “Akıllı kişi, farklı şeyler arasındaki benzerlikleri; benzer şeyler arasındaki farkları görür.”
Peki Gezi eylemcilerini, içinde ‘sakıncalı’ tiplerin bulunduğu bir topluluk olarak görenlere ne diyorsunuz?
- Gezi’nin biçiminden ziyade mesajı önemli. Binlerce insan protesto sırasında su balesi yapar gibi uyumlu olamaz. Hakeme fırlatacaksan, portakalı soymazsın!
GÜCÜN FAZLASI KALBİMİZİ KARARTIYOR
Ya elinde karanfil olan, 1994’teki ‘diyalog fırtınası’nın kahramanı o gençlere ne oldu? Neden değiştiler?
- Bilmiyorum. Cioran der ki “İktidarı arzulamak, insanın en büyük lanetidir!” Hakikaten, gücün fazlası, insanı bozuyor. Ruhumuzu çürütüyor, kalbimizi karartıyor. Uygar bireyler olarak, dünya hayatı sonsuzmuş gibi yaşıyoruz. Yalan. Ve her şey bu büyük yalan parantezinde, gerçekte olduğundan daha önemli hale getiriliyor.
Son soru, o 39 yaşındaki idealist siyasetçiye ne oldu?
- Erdoğan artık öyle bir konumda ki, onun hakkında sahici bir söz söylemenin yolu yok bence. Ne söylesen, ya yalaka ya da düşman konumuna itiliyorsun. Kendisine karşı normal hisler ve düşünceler beslenemezmiş gibi bir durum doğdu...
Paylaş