Paylaş
Her şey, gözümün önünde cereyan etti. Orhan Pamuk’a döndü ve “Ben bütün kitaplarınızı aldım ama 30’uncu sayfadan sonra okuyamadım. Çünkü anlayamıyorum” dedi. Ama bunları öyle tatlı, öyle doğal, öyle samimi söyledi ki, önce bir şaşkınlık sonra da bir kahkaha koptu.
Orhan Pamuk da geri kalır mı?
O da esprili şeyler söyledi.
Ama ben Emine Kamışlı’nın lafı kıvırtmadan direkt söyleyebilmesinden çok etkilendim.
Ve tabii bu kadar dürüst olmasından.
Çünkü bu ülkede düşündüğünü yüksek sesle ve açıkça söyleyebilen insan sayısı giderek azalıyor.
Emine (Sabancı) Kamışlı, London School of Economics mezunu.
Ve kendini var etmediysen, zenginliğin beş para etmeyeceğine inanıyor.
Anlattıkları, ‘hayat dersi’ niteliğinde...
Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU
John Malkovich’in onuruna verilen davette size bayıldım! İnsan bu kadar mı dürüst bu kadar mı açık sözlü olur. Orhan Pamuk’a döndünüz, “Siz bütün dünyanın takdir ettiği bir edebiyatçımızsınız. Ben de kitap okuyan bir insanım. Bütün kitaplarınızı aldım ama hiçbirinde 30’uncu sayfadan ileri geçemedim. Çok istedim ama yapamadım. Çünkü yazdıklarınızı anlamıyorum, hikâyenin içine giremiyorum. Cümleler o kadar uzun ki, sonuna geldiğimde başını unutuyorum” dediniz. Masada bir sessizlik oldu, sonra bir kahkaha koptu. Bu özgüveni neye borçlusunuz? Sabancı olmanıza mı?
-Alakası yok! Ev ödevinizi yaptıysanız, her konuda, herkese yorum yapma hakkınız var.
Nasıl yani?
-Hepimiz Orhan Pamuk’la gurur duyuyoruz, bir kere bu konuda anlaşalım. O, bir edebiyat dehası! Ben de edebiyata düşkünüm. İngiliz edebiyatında İngiltere’den ödüllerim var, o derece. Gelgelelim, onun kitaplarını anlayamıyorum. Tabii ki hata bende! Ama denedim. Çabaladım. Ev ödevimi yaptım. O yüzden içim rahat. Hayatımda tek sayfa bile Orhan Pamuk okumayı denememiş olsam, böyle bir lafı edemezdim, etme hakkım olmazdı. Bence insanlar dürüst olmalı, ne düşünüyorsa onu söylemeli. Orhan Bey’i 100 milyon insan okuyorsa, belki bu yaklaşımla 150 milyon okuyacak. Onun kitaplarını anlamakta zorluk çeken tek insan ben olamam. Onun da bunu bilmeye hakkı var.
Siz hep böyle açık sözlü müydünüz?
-Evet, her zaman.
London School of Economics mezunu olmak da size bu güveni veriyor olabilir mi?
-Elbette olabilir. İnsanın aldığı eğitim, tabii ki çok belirleyici. 11 yaşında Adana’dan İngiltere’ye yatılı okula gittim. Sadece “My name is Emine” demeyi biliyordum. Ben şuna inanıyorum: Esas Holding olsun, başka yatırımlar olsun, yaptığımız en önemli yatırım, aslında çocuklarımıza yaptığımız eğitim yatırımı. London School of Economics olur, başka okul olur ama eğitim yoksa, işte bir yere gelir, tıkanırsınız, “Yapıyorum” zannedersiniz, ondan sonra bir bakarsınız küt diye ayağınızın altındaki halı çekilmiş! Ama benim durumum sadece eğitimle açıklanamaz, biraz da genlerden. Karşımdakini incitmemek ana prensibimdir ama bir şeye hakikaten inanıyorsam, söylerim.
“Söylersem kötü duruma düşeceğim” durumu yok mu?
-Hayır, hiç öyle şeylerim yok! Ama unutma ki ben çok küçük yaşlardan beri kendi ayaklarımın üzerinde durabiliyorum. Öyle olunca, bir şekilde kendini var etmeyi öğreniyorsun. Benim gittiğim yıllarda telefon yok, faks yok. Anne baba Adana’da, bir tek ablam vardı. En eğlendiğimiz yıllardı. O okuldan İngiliz edebiyatı ödülleri alarak çıktım. Ama Orhan Pamuk anlayamıyorum o ayrı.
KENDİM DAHİL HERKESİ KELLE OLARAK KABUL EDERİM
Yatılı bir kız okulu muydu?
-Evet.
Uyum sorunu?
-Ben uyum sorunu yaşamam. Çünkü herkesi ‘kelle’ olarak kabul ederim.
Nasıl yani? Kelle ne demek?
-Kelle işte! Sen, ben kelleyiz. Ofisteki çaycı da evdeki yardımcım da şirketin CEO’su da herkes kelle. İnsan yani. Ben English School of Economics mezunuyum, Sabancı’nın kızıyım, param var. Eeee? İngilizcesi, “So what” yani? Hepimiz yalnızsak, aslında bir hiçiz. İnsanlarla bir arada yaşamanın kurallarına saygı göstererek yaşarsak ve birbirimizi eğlendirebilirsek, hayat yaşamaya değer bir yer haline geliyor. Ben de hep eğlenceli bir tip oldum. Aslında en büyük zenginliğim etrafımda beni kucaklayan ailem ve dostlarımdır.
Varlıklı olmanın, para sıkıntısı çekmiyor olmanın garantisi de insana özgüven vermez mi?
-Sen de bu özgüvene taktın! Mutlaka verir ama insanın kendini iyi hissetmesi, kendini yeterli hissetmesi parayla alakalı değil. Geçenlerde Boğaziçi Üniversitesi’nde bir konuşma yaptım. O çocuklar bana inanılmaz sorular sordular. “Harikasınız!” dedim. Bir kısmı da burslu çocuklar. Ama kendilerini yeterli görüyorlar. Dolayısıyla zenginlik, eğer yeterli değilseniz geçici bir kavram. Para bugün var, yarın yok. Kendi çocuklarıma da söylüyorum. Kendinizivar edeceksiniz. Eğitiminiz çok iyi olacak. Burada bizimle çalışmak istiyorsanız, bize gelmeden başka yerlerde bir şeyler başarmış olacaksınız. Armut piş, ağzıma düş yok! “Nasıl olsa müdür var, CEO var yönetir!” Yok böyle bir dünya! Sen de ne olup bittiğini bileceksin ve üreteceksin!
“Kendini yetiştir gel. Var et gel. Var etmeden gelme...”
-Aynen! Benim çocuklarım dokuz yaşından beri yaz okuluna giderler. Bütün üniversite hayatları boyunca yazları da farklı kurumlarda çalıştılar. Büyük oğlumuz şu an Londra’da çalışıyor. Küçük olanı hem okuyor hem de kendi kurduğu derneğinde topluma fayda sağlamaya çalışıyor. Her ikisine de çalışıp, üretmenin önemini anlatabildiğimizi düşünüyorum.
SÜREKLİ CEZA ALIRDIM ÇOK HAYLAZDIM
Peki eğer yatılı okula gitmeseydiniz, İngiltere’de okumasaydınız...
-Burada okusaydım, belki de bu kafada olmayacaktım. Sabancı kızı damgasıyla yaşayacaktım. O yüzden anneme, babama müteşekkirim. Ben okuduğum o yatılı okuldaki 180 kızdan biriydim. Hiçbir ayrıcalığım yoktu. Pek çok hafta sonumu da cezada geçirdim.
O neden?
-E çok haylazdım! Sürekli muziplik yapardım. Yarısında yakalandım, yarısında yakalanmadım. Times gazetesinin ön sayfasını, bütün hafta sonu el yazısıyla yazdığımı bilirim. Böyle cezalar alırdım. Dolayısıyla zenginlik, kendinizi geliştirdiyseniz, ona hakikaten sahip çıkabilecek kadar kendinizi eğittiyseniz güven verir. Yoksa neler gördük, koca koca kimler yok oldular gittiler, Allah göstermesin.
Oğlanlara da bunları böyle anlatıyor musunuz?
-Elbette. Biri 22, diğeri 24 yaşında. Eşim de ben de parayı nasıl kullanacaklarını küçük yaştan itibaren öğretmeye çalıştık. 14 yaşından beri ikisinin de kendi paraları var. Fonları diyelim. Biz tabii bakarak oluyoruz ama kendi paralarıyla borsada oynar, mevduat yapar, dolar alıp satarlar. Bizden isteyemeyecekleri harcamalarını oradan yaparlar. Biri sekiz, diğeri altı yaşındaydı, Eurodisney’e götürdük. Eşim dedi ki, “Her gün sadece bir oyuncak alabilirsiniz!” O tek oyuncağın ne olacağına titizlenerek karar vermeye çalışıyorlardı. Bir sürü dükkâna girip çıkıyorlardı, oyuncakları ve özelliklerini karşılaştırıyorlardı. Kılıç mı alsam, başka bir şey mi? Biz dükkân dükkân gezdik, perişan olduk ama onlar için iyi bir deneyim oldu. İngilizlerin sevdiğim bir deyimi vardır: “Ağaçta yetişmiyor!” Aynen öyle. Para, ağaçta yetişiyor zannedersen, sonbahardaki yaprak dökümü gibi yok olur gider.
HİÇBİR ZAMAN “İŞİNİZ HAZIR” DEMEDİK
Siz çocuklarınızı Sabancı gibi değil de, Emine ve Erhan gibi mi yetiştiriyorsunuz?
-Evet. Bizimle uçuyorlarsa, business uçabilirler. Ama bizimle uçmuyorlarsa internette ucuz bilet avlıyorlar. Avlasınlar. Onlara, “Esas Holding’de işiniz hazır” filan da demedik. Biz kardeşim Ali’yle şöyle bir fikir birliğine vardık: Esas Holding, çocukların malvarlıklarını arttırdıkları bir mekanizmadır, inşallah. Ama ille de onlara iş imkânı sağlayacak bir kurum. Bir sürü şirketten farklı. Bir kere burada politika yok, herkes birbiriyle açık ve bizim yöneticilerimiz ‘paydaş.’ Yani işler iyi veya kötü gittiğinde de paydaşlar. Dolayısıyla biz bu sistemin tepesine, sadece soyadlarından dolayı aile üyelerini koyamayız. O zaman sistemi baltalarız.
TOPLANTI YAPARKEN BAĞDAŞ KURUYORUM
Kendini var etmeyen insan kayıp mıdır, yok mudur, ezik midir?
-Bence üzgündür ya! Çünkü o kadar kısa yaşıyoruz ki. Yani kendini var etmek ne demek? Yaptığın şeyde mutlu olmak bence. Bu, her ne olursa olsun.
Toplantı yaparken ayaklarınızı altınıza alıp konuşurmuşsunuz öyle mi?
-Evet. Daha rahat oluyor. Bağdaş kuruyorum, masanın altında kaldığı için görünmüyor. Ya da ben öyle zannediyorum. Bir de çok aç olduğum zaman bağdaş kurarım, eşim der ki, “Yandık! Sen şimdi hazırlık yapıyorsun, çok yiyeceksin!”
KENDİ İŞİNİ KURUNCA 1 DOLARIN KIYMETİNİ ANLIYORSUN
Esas Holding’i kurmaya nasıl karar verdiniz? Aileyle bir sorun mu oldu? Rahat hayatı tepip, uğraşarak yeniden başka bir şey kurmak için neden bunca yıl çabaladınız?
-Evet aslında soru şu: “Bir daha yapar mıydın?” Şöyle ki, bir süre İngiltere’de çalıştım sonra Ak Sigorta’ya geldim. Güzel işler yaptık. 1989’dan 2000’e kadar Ak Sigorta’daydım. Ama büyük kurumlarda, yüzde 10’luk farkı yaratmak bile çok zordur. Çünkü o müesseseler artık oturmuştur. Dolayısıyla, benim de içim içimi kemiriyordu: “Bu kadar eğitim aldım, bu kadar çalıştım, bu kadar tecrübe sahibi oldum, neden kendi başıma bir şey yapmayayım?” Tabii bunlar durup dururken olmuyor. Bakıyorsunuz kalabalık bir aile yapısı var ve aslında adil olmayan birtakım şeyler oluyor: “Emine ailedendir, onun maaşı bu kadar olsun!” Bu adil değil aslında. Bir de tabii insan istiyor ki, kendisi bir şey yapsın, fark yaratsın. Bunları düşünürken, “Bu private equity-özel sermaye yatırımcılığı işi Türkiye’de tutar mı?” dedik. Babamın fikriydi aslında. Şirketlere yatırım yap, al, düzelt sonra da sat. Bu işe giriştik! Bir taraftan delilik tabii tam 2001 krizinde... 90 metrekare odam vardı benim Ak Sigorta’da. Geldim Gümüşsuyu’na 85 metrekare bir daireye. Üç kişi çalışıyorduk içinde. Kendin iş yapmaya başlayınca, bir doların farkını asıl o zaman anlıyorsun!
Başka neler anlıyor insan?
-Büyük şirketlerde bir mutluluk zinciri de oluyor, bu normaldir de. Kınamıyorum. Bilgisayara kablo lazım olur mesela benim eski dünyamda. Asistan, bilgisayarcıya söyler. Bilgisayarcı, satın almaya, satın alma da üç hafta sonra getirir. Yeni dünyamda öğreniyorum ki Tahtakale’de 10 dolara var o kablodan ve yarım saat sonra elimde oluyor! Bir mutluluk zinciri de besleniyor büyük kurumlarda. Esas’ı kurduk. Ve fark ettik ki hakikaten buna ihtiyaç varmış. Tabii ki hatalar yaptık. Bu iş böyle, 10 tane yapıyorsun ikisi tutarsa çok başarılısın.
Böyle daha mı mutlusunuz?
-Kesinlikle! Hem mutlu hem huzurluyum. Ulaştığımız noktadan da gururluyum. Şu an bana karşı konuşabilen bir ekibim var. Bu da inanılmaz hoşuma gidiyor. Ama hâlâ gidecek çok yolumuz var.
Sizin en parlak işleriniz nelerdi?
-Bence Esas Holding’in ekibiyle bu konuma gelmesi. O iş ya da bu iş diyemem çünkü kötü gitmiş işler de bize o kadar çok şey öğretti ki.
BİLMİYORSAN KONUŞMA! PAÇANI AŞAĞI ÇEKİVERİRLER
Babanızdan öğrendiğiniz en önemli şey?
-Dürüst ve cesur olmak! Ve bilgili bir şekilde inanıyorsan, inandığın şeyin peşini asla bırakmamak. Bakın biz bunu çocuklara da hep anlatıyoruz. “Biliyorsan tamam ama bilmiyorsan boş konuşma!” diyoruz, “Çünkü biri seni paçandan aşağı çeker, ortada kalıverirsin. Konuşmuş olmak için konuşma!” Arkadaş ortamında geyik yapabilirsin ama iş ortamında bilmiyorsan o konuda konuşmayacaksın!
Anneden?
-Aile ve ev yönetmeyi. Aslında evi yönetmek, bir şirketi yönetmek kadar zordur. Ev kurumsal değildir, her an her şey olabilir. Boru da patlayabilir, bahçıvan yanlış çiçekleri kesmiş de olabilir, tüp de bitmiş olabilir. Şirketler daha makine gibi işler. Ama ev öyle değil. Ben evimi hiç aksatmamaya çalıştım. Galiba varlıklı olmanın yararlandığım yegâne avantajı bu oldu: Ben hep “Benim çocuklarım var, ben önce anneyim!” dedim. Dolayısıyla öğleden sonra 4’te hep evdeydim. Çünkü benim birinci sorumluluğum çocuklarıma ve eşime karşı. Bu kuralı koyduktan sonra baktım kimse benden dört buçuğa randevu istemedi. Tabii ki istisnalar oldu. Ama o zaman çocuklarımı da yanıma aldım. İnsanlar asıl konumlarını unutmamalı. Tabii bunları yaparken en büyük destekçim de eşimdi.
EŞİME ÇOK DÜŞKÜNÜM
Çok düşkün duruyorsunuz eşinize, öyle mi?
-Evet, öyleyim. O da çok çalışır çok seyahat eder. Ama biz bunları hep birlikte dengeledik: “Ben gidiyorum, sen kal, sen gidiyorsun ben kalayım.” Bir çıkmazdaysam, çözemediğim bir mesele varsa mutlaka “Dur bir Erhan’a sorayım!” derim. Akıl hocamdır.
O da düşkün mü sizin kadar?
-İnşallah öyledir! Onun yerine konuşmayayım. Bir ay sonra, 25’inci yılımızı kutlayacağız. Bence saygımız da sevgimiz de hiç azalmadı.
Nasıl tanıştınız?
-LSE’den İrlandalı bir arkadaşım var. Üniversiteyi bitirince, ben yabancı bir sigorta şirketine girdim, o da bizim Sabancı Holding’in Londra’daki şirketine. Onun Londra’da yaptığı işi, Adana’da yapan da eşimdi. Yalçın, fuara Londra’ya geliyor. Arkadaşım bana “Fuardayız, ille de gel. Seni biriyle tanıştıracağım, bayılacaksın!” dedi. Orada tanıştık, bir sene sonra da evlendik. Sonra da o arkadaşım Erhan’ın kuzeniyle evlendi. Onlar da 25 senedir evli...
Hayatınızda başınıza gelen en güzel şey Sabancı olmak mı, Erhan Kamışlı’nın eşi olmak mı?
-Tabii ki Erhan Kamışlı’nın eşi olmak!
İSTER KEK YAP, İSTER ŞİRKET YÖNET, YETER Kİ ÜRET!
Siz ne zaman fark ettiniz diğer çocuklardan farklı olduğunuzu?
-Ben böyle şeylere hiç kafa yormadım. Benim için Emine olmak ve bulunduğum yerde kendimi kabul ettirmek ve sivrilmek önemliydi. Evet Sabancı’ydım aynı zamanda Sapmaz’dım. Ama Allah’ın İngiltere’sinde bunları kimse takmazdı. Ayrıca bunlar gelip geçici.
Şımarık zengin bir kız çocuğu olmamayı nasıl başardınız diyecektim, demeyeyim...
-De, de! Ben hep çalıştım. Arkadaşlarıma da söylüyorum. İlle de herkes, bilmem nereden mezun olmak zorunda değil ama herkes üretmek zorunda! Kek yapmak da olabilir, şirket yönetmek de. Paraya da dönüşebilir, hayır kurumu için de üretebilirsiniz. O zaman şımarıklığa, dedikoduya, manasız şeylere kafa yormaya gerek kalmıyor. Zaten vakit de olmuyor...
Size istediğiniz her şey alındı mı çocukluğunuzda?
-Belki de bizim jenerasyon bu kadar talepkar değildi. Şöyle bir hikâyem oldu. Ehliyet almak üzereyim, Londra’dayız. Babam dedi ki: “Haydi gidelim Porsche alalım!” “Yok baba, ben kullanamam onu” dedim. “Şunu alalım, bunu alalım.” Yıllardır kendisine almadığı arabayı bana almaya çalışıyor! Biz bir ay dolandık galerileri. Sonunda bir Renault 5 aldık. Annem dalga geçti, “Bir ay gezdiniz, ala ala bunu mu aldınız?” diye. Ben hangi arabayı istesem babamın alacağını biliyordum. Ama o anda kendimi güvende hissetmiyorum. Önce o küçük arabamla alıştım, sonra BMW’m de oldu, Mercedes’im de...
Paylaş