Yaşasın! Tek görgüsüz ben değilim! Hamileler Cumhuriyeti’nin erkek tarafı Tuna Kiremitçi de en az benim kadar görgüsüz!
Tempo Dergisi’ndeki köşesine yazdığı ‘Oğluma Mektup’ başlıklı yazıyı görünce, takdir edersiniz ki, bu röportajı yapmam farz oluyor. Nedense hep kadınların, hamile annelerin diline vuruyormuş zannediliyor; imalar, göndermeler hep bu yönde yapılıyor. Alın size örnek: Hamile babalar da bizden hiç farklı değil! Belki de Tuna Kiremitçi’nin ‘yeni baba’lardan olmasından. Ama buradaki ‘yeni baba’, ‘taze baba’ anlamında değil, ‘zamanımızın bir babası’ manasında. Yani o, eski babalardan değil. Çocuğunla arana mesafe koyacaksın yapanlardan değil. Üstelik o hamile baba, bir edebiyatçı ve iyi bir yazarsa çok güzel anlatıyor olanları, olacakları, beklentilerini, korkularını, niyetlerini, kafa karışıklıklarını, görgüsüzlüklerini, kendi babasıyla yaşadıklarını, yaşayamadıklarını.... Ufffff daha bir dolu şey. Anlatılacak gibi değil. Biraz da siz zahmet edin, okuyun
OĞLUMU YATILI OKULA VERMEM
n Çocuğun anneye ait olduğu tezine ne diyorsunuz?
- Kimsenin değildir. Onu bizim imal ediyor olmamız, üzerinde hak sahibi olmamızı gerektirmez.
n Siz annenizin çocuğu muydunuz babanızın mı?
- Ben ikisinin de çocuğu olamadım. Belki de yatılı okula gitmemden dolayı. 10 yaşında ayrıldım onlardan. Mesela ben çocuğumu yatılı okula vermeyeceğimi biliyorum. Beni ben yapan şey yatılı okulda yaşamamdır. Çok şey borçluyum Galatasaray’a. Ama ben kendi çocuğuma kıyamam gibi geliyor.
n Gözünüzü kapattığınızda yatılı okula dair neler geliyor aklınıza? Uzun bir koridor, parmak kadar bir çocuk, uzuuun gölgeler ve yalnızlık mı?
- Pink Floyd’un bir albüm kapağı vardır. Sonsuza doğru uzanan somya yataklar. Birinin üzerinde de genç bir adam oturur. Ben hep Galatasaray’ın yatakhanelerini hatırlarım o illüstrasyona baktığım zaman. O uzun koridorlar ve tarihi bir binanın içindeki küçük bir çocuk. Bir de Stanley Kubrick’in Shining filmi vardır. Çok geniş bir espasın içinde, tek başına bir adam, tavanlar geniş, duvarlar geniş. Özellikle haftasonları evci yatılılar gittikten sonra daimilerin hissettiği duygu buydu biraz. 150 senelik bir tarihi binanın içindesin, ailen 400 kilometre uzakta, tavanlar 8 metre yüksek ve sen 11 yaşındasın!
n Kaç sene sonra artık fırlama bir gence dönüştünüz, yoksa her zaman hüzünlü bir tip miydiniz?
- Orada direkt fırlama gence dönüşüyorsun zaten! Galatasaray biraz da maço bir yerdir, hüzünlü, içe dönük Fransız filmi oyuncusu gibi biri olmana izin vermezler! Zaten o melankoli bitirir seni o yaşta. Fırlama olacaksın, serserilik yapacaksın ve o mizah duygusu seni koruyacak. Oradan kendimi yaratarak çıkmış olmam bana gurur veriyor ama çok zorlandım. Herkesin bu kadar zorlanmasına gerek yok. Benim oğlumun hiç yok. Ama çok istiyorsa, kendi bilir...
n Baba olacağınızı öğrenmek sizde ne tür bir görgüsüzlüğe yol açtı?
- Dergiye yazı yazıyorsun kalkıp! Doğmamış oğluna mektup yazar mı insan? Ama işte yapıyor böyle bir görgüsüzlük. Sürekli ondan bahsetme ihtiyacı duyuyor. Sürekli daha önce çocuğu olmuş insanları bunaltma ihtiyacı hissediyor. Bir de algıda seçicilik mi nedir, yeni çocuk sahibi olan çok insan var etrafta. Hamile de çok. Yakalandın mı makineli tüfek gibi soru sormaya başlıyorsun. Genellikle o görgüsüzlük onlarda da geçmediği için anlatıyorlar!
n Peki ne tür korkular yaşıyorsunuz? Bir baba da, Allah korusun, sakat doğar mı acaba gibi korkular yaşar mı?
- Ben yaşıyorum. Ama dün şunu düşündüm: Eğer çocuk kordona dolanmadan doğmayı başarırsa, 3 yaşında kafayı yaracak nasıl olsa, 5 yaşında arkadaşıyla kavga edip gözünü morartacak, ya da 10 yaşında duvardan düşecek, 20 yaşında top oynarken bacağını kıracak... Yani sonu yok çocuk için endişelenmenin. Böyle düşünmek beni ne kadar rahatlattı bilmiyorum ama ben zaten normal hayatta da çok paranoyak biriyim...
Babalar yedek oyuncu
Yeni çocuk sahibi olmuş erkek arkadaşlarımla yaptığım konsültasyonlar sonucunda şunu öğrenmiş bulunuyorum: Erkeğin çocuğa duyduğu aşk, çocuğun doğmasıyla başlıyor. Şu anda hariçten gazel okuduğumuz için, dış kapının mandalı durumdayız. Bir tür yedek oyuncu...
n Neden kendinizin yapamadığı şeyler için onu zorlamayı düşünmüyorsunuz? Tempo’daki yazınızda bunu yapmayacağınızı yazmışsınız. Sizin ehliyetiniz yokmuş mesela, fena mı olur yani oğlunuz ehliyet alsa...
- Valla, ben babam edebiyatçı olamadığı için edebiyatçı oldum...
n Neydi babanızın mesleği?
- İnşaat mühendisi. Ama yazar olmak gibi bir fantezisi vardı. Belki beceremediği, belki de hayat müsaade etmediği için hiçbir zaman olamadı. Peki ne yaptı? Beni edebiyata doğru itti. Gerçekleştiremediği şeyleri benim hayata geçirmemi istedi. Oysa ben müzisyen olmak istiyordum, sinema okuluna gidiyordum, serserilik yapıyordum... Ne var ki, edebiyat, dönüp dolaşıp beni tekrar buldu! Zaten erkek çocuğun, babayla yaşadığı şey genelde budur: Babadan kaçmaya çalışırsın, baban gibi olmamaya çalışırsın ama sonra ona benzediğini keşfedersin! Dramatik bir durum. Belki de bu yüzden kendi çocuğuma bir şey dayatmak istemiyorum. Gerçi içten içe isterim tabii müzisyen olmasını. Baterist olsun mesela ya da elektrogitar çalsın, ney çalsın...
n Nesi kötü onu müzikle ilgili bir yere yazdırmanın... İstemezse gitmez...
- Eğer çocuk için bir ıstıraba dönüşmeyecekse kötü değil. Ama babamla benim ilişkimdeki çatlaklardan biri şuydu: ‘Müzisyen olmak istiyorum’ dediğimde neredeyse birbirimize taşlı sopalı saldıracaktık. ‘Delirdin galiba, bizim ailemizde doğru dürüst ıslık çalmayı bile beceren yok. Sen tabii ki edebiyatçı olacaksın!’ dedi.
n Ama sonuçta babanızın dediğini yapmışsınız!
- O da ayrı bir rezalet zaten!
n Hiç mi göremedi başarılı olduğunuzu...
- Git Kendini Çok Sevdirmeden romanım yayınlanmıştı. Bir iki baskı yapmıştı. Ben de Ankara’da bir kitapevine söyleşiye gittim. 14 dinleyicim var. Baktım biri babam. Onun İstanbul Üniversitesi rozeti vardır, çok önemli yerlere giderken takar, onu takıp gelmiş. Orada bana bir soru sordu. ‘Baba evde konuşuruz’ dedim. Ama gözlerindeki o gururu görmek güzeldi. Ben gerçi babam gibi direkt ‘şunu yap’ demem oğluma, çaktırmadan yönlendiririm. Babam benim kadar sinsi değildi. Daha saf bir adamdı...