Paylaş
Ama sonra hayatıma devam ettim.
Sizin gibi. Sonra bir gün baktım posta kutumda...
"Münevver Karabulut’un annesiyle konuş..."
"Münevver Karabulut’un babasıyla konuş..."
"Münevver Karabulut meselesini gündemde tut..."
"Münevver Karabulut cinayetinin aydınlatılmasına yardımcı ol..."
Gibi mesajlar.
Önceleri pek oralı olmadım.
Ben bir başıma ne yapabilirdim ki?
Ama sonra baktım, her gün 30 tane geliyor bu mesajlardan.
Resmen bana baskı yaptılar.
Ağzımdan girdiler, burnumdan çıktılar. Kimler mi? Bu cinayetin aydınlatılmasını isteyenler.
İnternette 50 bin kişi onlar.
İşe yaradı. Beni de aralarına kattılar. Bu dosyaya benzeyen şeyi hazırlamama sebep oldular.
Onlar beni "zehirlediler", ben de sizi "zehirleyeceğim."
Ne dersiniz? Bir konser de düzenleyelim mi Münevver adına?
Mumlarımızı alıp, hepimiz bu kafası kesilip çöpe atılan kız için karanlıkta sallayalım mı?
Onun sevdiği sanatçıları izlerken.
Evet, bu katilinin bulunmasını kolaylaştırmaz. Ama bizim bu konuda ısrarımızı ortaya koyar.
Bu konu yarın da devam edecek, sizin de görüşlerinizi bekliyorum...
BABA SÜREYYA KARABULUT
Aşçı değil de genel müdür olsaydım kızımın katili yakalanır mıydı?
Ben "acı"yı gördüm. Süreyya Karabulut’un yüzünde, kızından söz ederken gözlerinde. Elle tutulabilecek kadar somut bir acıydı. Allah kimseye vermesin. Kendime gelemedim bu röportajdan sonra. En çok da kollarını görünce ağlamak istedim. Kazağını kaldırdığı anda o mosmor halkaları görüyorsunuz ve anlıyorsunuz, Süreyya Karabulut aslında bir ölü. Biz onu hayatta zannediyoruz. Yanılıyoruz, iğnelerle, ilaçlarla ayakta duruyor...
Bir insanın başına gelebilecek en acı şeylerden birini yaşıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun. Allah sabır versin...
- Abla, ben çocuğumu sabah okula gönderdim, çocuğum akşam çöpten çıktı. Onu çöpte buldum. Başı kesilmişti. Testereyle. Sizin de evladınız var. Bir anlığına düşün. Benim yerime koyun kendinizi. Sizin çocuğunuzun kafası çöpten çıksa ne yaparsınız? 53 gün oldu, hálá olan bitene inanamıyorum. Nasıl kıyabildiler kızıma? Nasıl bir şey bu? Güzel kızım. Kınalı kuzum...
Bu acının altından nasıl kalkılır?
- Kalkılamaz. Ben de kalkamıyorum zaten. Bak. (Kollarını gösteriyor, mosmor halkalar var.) Sakinleştirici iğne yapıyorlar. Kollarımdan, omzundan, kalçamdan. Bak. (Ceplerinden Lustral’ler ve başka ilaçlar çıkarıyor) Bunları veriyorlar, "İç" diyorlar. Bu durumda olan bir insanın ya meyhaneye gitmesi lazım ya dağa çıkması. Ben dağları tercih ettim. Kayalarla, ağaçlarla baş başa kaldım, dağın başında bir kurtla karşılaştım. Bana baktı, baktı, yürüdü gitti. Bence o bile, "Buna Allah zaten acıların en büyüğünü vermiş!" dedi. Benim gül gibi kızım, toprağın altında yatıyor, başı bedeninden ayrı. Onu kestiler, biçtiler, çöpe attılar...
Ne deseniz haklısınız...
-Peki suçlular ne oldu? Sorarım abla. Karşı taraf zenginmiş, ben fakirmişim, onlar güçlüymüş, ben garibanmışım, böyle bir şey var mı abla? 74’te Bolu Mengen’den yamalı pantalonlarla geldim. Hayat boyu çalıştım. Bunları anlatırken utanmıyorum, aksine övünüyorum. Ne yaptıysam alın teriyle yaptım. Varım yoğum çocuklarımdı. Ben iyi eğitim alamadım, onlar alsınlar istedim, kızımı 16 yaşında Kanada’ya dil kursuna yolladım. İyi yetiştirmeye çalıştım. Sonra ne oldu peki? Birileri, gözümün nurunu, en değerli varlığımı, biricik evladımı katletti. Yetmezmiş gibi arayıp, tehdit ettiler, küfrettiler. "Karını şöyle yaparız oğlunu böyle yaparız." Bu işin peşini bırakacakmışım. Bir işe yarar mı bilmiyorum, savcılığa dilekçe verdim. Ben sana bir şey söyleyeyim mi abla, inan bıçak kemiğe dayandı. Bir kibrite kaldı iş. Diyorum ki, Taksim Meydanı’nda kafamdan aşağı benzin dökeyim, kendimi yakayım...
Şu anda durum ne?
-Hálá aynı. Bir arpa boyu ilerleyemedik. Hiç kimsenin destek- mestek olduğu yok. Bilgi veren de yok. 53 gündür derin bir sessizlik hakim. Sanki birileri, adaletin yerini bulmaması için özel olarak çaba sarf ediyor. Benim kızım bir aşçının kızı olmasaydı, genel müdürün kızı olsaydı, aynı şey mi olurdu? Adalet var değil mi abla? Güvenmeye çalışıyorum. Ama inancım günden güne azalıyor. Neden savcı tutuklama emri veriyor da, hakim tutuklamıyor? Abla yardımsız olamaz ki bu iş. Bu çocuğun yanında birileri daha vardı ya da sonradan ona yardım ettiler. Annesi, babası, hizmetliler, şoför. Peki cezaevinde kim var? Hiçbir Allah’ın kulu yok. Ben delirmeyeyim de kim delirsin? Ben bir suç makinesi olurum, hırsız olurum, it olurum, uğursuz olurum, derim ki "Bu benim başıma geldi!", ama bizim kimseyle bir meselemiz yoktu. Bizim en büyük lüksümüz ailemizdi, mutluluğumuzdu. E peki niye? Bu sene takdir getirdi, Amerika’ya gönderecektim. Biliyor musun, utanarak söylüyorum, kıçını başını sallayan bir çocuk da değildi. Son derece ölçülü, yerine göre hareket eden bir çocuktu. İçim yanıyor abla. Kızımın yüzü gözümün önünden gitmiyor. Gerçekten kendimi yakayım diyorum, geberip gideyim. Ama önce Mayıs’ın 3’ünde Bahçeşehir’de o villaya yürüyüp siyah çelenk koyacağım.
ANNE NAGİHAN KARABULUT
Tamamen olağan bir gündü pamuk kızımı öptüm, kucakladım okula yolladım
Yaptığım en zor söyleşilerden biriydi. Karşılıklı ağladık. Kendime gelebilmem için sonradan içki içmem gerekti. Nagihan Karabulut’un ise kendine gelebilmesinin hiçbir yolu olmadığını biliyorum.
Kızınızı en son ne zaman gördünüz?
-O sabah. Öptüm. Kucakladım. Servisine bindi, el salladım.
Aranızda geçen en son konuşma neydi?
-Ben hep "Allah zihin açıklığı versin. Aman kendine dikkat et!" derdim, o da gülümser, "Merak etme" derdi. Yine öyle dedi.
Siz Münevver diyorsunuz, arkadaşları...
-Münü. Ben "güzel kızım" da diyorum, "pamuk kızım" da. Bir de "Bir gözüm sensin, bir gözüm Enver." (Ağlıyor...)
O sabah bir tuhaflık hissetmiş miydiniz? Bir daha onu hiç göremeyeceğinize dair bir işaret...
-Hayır, hayır. Tamamen olağan bir gündü. Yalnız o gün çok aradım onu ben. Bir türlü ulaşamadım.
2’yi on geçe mi okuldan çıkıyor...
-Evet. 2.58’de mesaj çekti. "Anne, Beşiktaş’tayım merak etme." Sonra da bir daha haber alamadım.
Erkek arkadaşı Cem’den size söz eder miydi?
-Hep. Gizlisi saklısı olmayan bir çocuktu. Bir yıl önce tanıştılar. İlk zamanlar bakışma ağırlıklıydı, 4-5 aydır çıkıyorlardı.
Onu nasıl anlatıyordu?
-Eve güllerle geliyordu. "Cem’den" diyordu. Mutluydu. Kardeşi Enver de tanıyordu Cem’i. Şüphelenmemi gerektirecek hiçbir şey yoktu. Ama sorunlu bir çocuk olduğu söylüyordu. 9 yaşında yurtdışında okumaya başlamış, annesini babasını fazla görmemiş, bir orada, bir burada yaşamış...
Yine de insan bazı şeyleri söylemeyebilir annesine. Anneler de çocuklarını kontrol edemeyebilir.
-Doğru ama benim çocuklarım ikiz gibi büyüdü. Her akşam onların odasına giderdim, üçümüz günün muhasebesini yapardık. Münevver en ufak ayrıntıları bile anlatırdı. Baş başa pek bir yerlere gitmediler. Tek tüktür. Bir Sevgililer Günü’nde oldu. Hilton’a yemeğe gittiler. Bizim ailenin fertleri Hilton’dan emekli. Oradaki herkesi tanırız. Hatta, ben ayarladım, "Bara mara gitmeyin, Hilton güvenli, oraya gidin" dedim. Sonradan benimle dalga geçti Münevver, "Hep orta yaşın üzerinde insanlar vardı. Herkes bize baktı." Hilton’a kardeşi bıraktı, 11 gibi tekrar Enver’le buluşup eve geldiler. Sevgililer Günü’nden 15 gün sonra oldu bu olay. 3 Mart’ta hayata gözlerini yumdu, 7 Mart doğum günüydü. Doğum gününden 3 gün önce. (Ağlıyor...)
Nasıl tanışıyorlar Cem’le?
-Münevver, Bingül Erdem Lisesi’nde okuyor, Cem Yıldız Koleji’nde. Münevver’in bir arkadaşı Yıldız Koleji’ne geçti, o tanıştırıyor. Hep cebinden arardı Münevver’i. Ben sesini duyuyordum, hafif Türkçe’si bozuktu. Ben de üzülüyordum, yalnız ve dertli bir çocuk diye.
Eşiniz, kızınızın Cem’le ilişkisini biliyor mu?
-Hayır. Bir kere "Garipoğullarını tanıyor musun?" dedim, "Yoo" dedi. Ortada fazla bir şey yoktu ki babaya anlatayım. Ama ben yine de, Münevver’in günlüğüne göz atıyordum.
Nasıl yani?
-Bir günlüğü vardı. Akşamları odasına çekilir, olan biteni yazardı. Fakat hiçbir şeyi saklamayı beceremediği için, yazdıktan sonra da günlüğü yatağın altına atardı. Biliyorum ayıp ama ertesi gün hızlıca bir yazdıklarına göz atardım. Cem’le ne konuşuyorlar, Cem’in annesi ne yapıyor, kardeşleri nasıl?
Okuduklarınız arasında size tuhaf gelen şeyler oldu mu?
-Bir gün baktım, "Halası ve Cem çok şükür doktora gidecekler, tedavi görecek" diye yazıyordu. İçim içimi yedi, ne tedavisi acaba diye.
Bir an olsun kızınıza zarar vereceği aklınıza geldi mi?
-Hayır hiç.
Ölüm şeklini düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum
Kızınızın başına gelenleri nasıl öğrendiniz?
-Akşam eve polisler geldi, Süreyya onlarla gitti. Ben bekliyorum. Sonra gecenin 3’ünde kapıda bir ambulans. Zannettim ki Süreyya’nın şekeri yükseldi, onu eve getirdiler, panik halinde koştum. "Yok, eşinizle ilgisi yok. Ben sizinle konuşmaya geldim" dedi bir doktor. "Kızımdan haber mi getirdiniz?" dedim. Sustu. Bir şeyler anlatıyor. Ben ise sürekli "Kızımı görmek istiyorum" diyorum. "Göreceksin, göreceksin!" dedi. Birden ağzımdan çıktı: "Öbür tarafta mı?" dedim. Acı acı başını salladı ve "Evet" dedi. O an yığılmışım doktorun kucağına...
Size şu anda uzakta bir yerde gibi mi geliyor?
-Yoo hayır çok yakında. Sanki servise binmiş, okula gitmiş, 2 buçukta gelecek. O geldiğinde yemek için ufak tefek bir şeyler hazırlayacağım. Menemen severdi mesela. Geçen gün neşe içinde menemen yaparken buldum kendimi. Sonra dedim ki, "Aklını başına al, o öldü." Biliyorum ki bana hiçbir zaman bir daha "Anneciğim" diyemeyecek, sarılmayacak, onun öpemeyeceğim, kokusunu içime çekemeyeceğim... (Ağlıyor...)
Bu yaşadığınız acının herhangi bir tarifi var mı?
-Yok. Uyuşmuş gibiyim ya da donmuş. Kafamdan binlerce şey geçiyor. Tırnakları arasında Cem’in dokuları bulunmuş, demek ki bir mücadele yaşanmış. Neler hissetti acaba? Acı çekti mi? Nasıl yardım edemedim ben? Nasıl kurtaramadım yavrumu o zalimlerin elinden? İkiye, üçe nasıl böldüler testereyle? (Ağlıyor...) Allah’ın işine karışılmaz ama keşke trafik kazasında kaybetseydim kızımı. Sen evine götür, kes, biç, bir de çöp kutusuna at. Neden çöp kutusu? O kadar değersiz miydi benim kızım? Nasıl soktular onu o bavula? Nasıl ayırdılar kafasını gövdesinden?
Bunları düşünmeyin...
-Evet, evet. Ölüm şeklini düşünmemeliyim. Öfkeleniyorum, Allah’ın verdiği canı sen nasıl alırsın, diyorum. Sen kimsin! Nasıl alırsın? Nasıl ayırırsın beni biricik kızımdan? (Ağlıyor, duruyoruz, ikimiz de bir süre konuşmuyoruz...) Benim pamuk kızım, bana Allah’ın bir emanetiydi, 17 yıl, 17 dakika, 17 saniye yaşadı ve Allah onu geri aldı. Biz de emanetiz, ama Münevver’i önce aldı.
Siz aynı zamanda MS hastasısınız. Hastalığınız ne durumda?
-Valla hiç bilmiyorum. İlgilenmiyorum da.
Sizin çocuğunuz cinayet işleseydi ne yapardınız? Örtbas mı ederdiniz, kolundan tutup polise mi teslim ederdiniz?
-Bir süre saklardım belki, sonra adalete teslim ederdim. Ama öldürdüğü insanı kesmesine yardım etmeyeceğim muhakkak! İnsanlık dışı bir şey bu.
Adalete inancınız var mı?
-Ben emniyet mensubu çocuğuyum, var inancım. Ama önce ilahi adalet diyorum.
Sizce oğlanda ruhsal bir bozukluk olabilir mi? Ya da hap kullanmış olabilir mi?
-Hap kullanıyor olsa, kızım onunla görüşmezdi. Ama belki Münevver’in haberi yoktu.
Son soru: Bir gün kızınıza kavuşacağınıza inanıyor musunuz?
-Evet. Öbür tarafta. Ama şunu söyleyeyim, kızım her an benim yanımda. Rüyalarımda onu kucaklıyorum. Dışarıda o benim kolumda. Beğendiği kıyafetler var üzerinde. Sevdiği yemekleri pişiriyorum. Ben hep kızımla yaşıyorum. Zaten biliyorum kızım bunun hesabını Cem’e soracak, "Benim yaşayacak çok güzel bir hayatım vardı, canıma nasıl kıydın?" diyecek. Cem okuyorsa bunları, unutmasın bu söylediğimi, Münevver ona bunların hesabını soracak...
Kardeş, ne olmuş dedim
17 yaşındaki bir kızın kafasını kesmişler bu çöp konteynerine atmışlar dedi
Yaralı bir hayvan gibi bağırmaya başladım
Hiçbirimiz, kuzumu ne hale getirdiklerini görmedik. Aldık parçalanmış bedenini ve Bolu’yla götürdük ve toprağa verdik.
Acı haberi nasıl aldınız?
- Saat 8 filan, sofraya oturmuşuz. Oğlan dedesinde kalıyor o akşam. Annesi "Münevver gelmek üzeredir" diyor, ben şeker hastası olduğum için bir lokma yedim, bekliyoruz. Kapı çaldı. "Hah geldi" dedi annesi. Ama Münevver değil, polislerdi. Tuhaf bir ifade vardı suratlarında, "Kavga çıktı, kızınız kaçırıldı" dediler. "Eyvah!" dedim, birazdan öğrendik ki cinayet masası. Evde arama yaptılar. Normal gelmedi tabii bunlar. Sonra çıktık.
Eşiniz?
-O evde kaldı. "Gidiyorum, kızımızı getireceğim merak etme!" dedim ama içim pır pır. Münevver’in büyük dayısı da geldi, beraber Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’ne gittik. Karşımızda bir çöp konteyneri var. Bütün gazeteciler ve medya da orada. "Allah Allah" dedim kendi kendime, "Bu da ne?" Gazetecilerden birinin yanına yanaştım: "Kardeş, ne olmuş?" "17 yaşındaki bir kızın kafasını testere ile kesmişler, bu çöp konteynerinin içine atmışlar" demesin mi? Desin. Dünyam karardı. Bildim. O kız benim kızım. Yaralı bir hayvan gibi bağırmaya başladım. Sonra koptum. İğneler, miğneler.
Sonra?
-Dolmabahçe Sarayı’nın önündeki o koridor var ya. Sabaha kadar orada bağırdım, ağladım, böğürdüm. Başımı duvarlara vurdum. Sonra tekrar Cinayet Masası’na gittik. "Kızımın kanı yerde kalmaz değil mi?" dedim. Dediler ki, "Suçlular en kısa zamanda yakalanacak, siz merak etmeyin." Sabah bütün aile bir araya geldik. Dedim ki, "Hepimiz Münevver’i onu son gördüğümüz haliyle hatırlayalım!" Çünkü annesi MS hastası, dede, babaanne yaşlı insanlar, bir acımız varken, bir acıya daha boğulmayalım. Hiçbirimiz kuzumu ne hale getirdiklerini görmedik. Aldık parçalanmış bedenini, Bolu’ya götürdük ve toprağa verdik.
Otopsi?
-Yapıldı. Ama rapor daha çıkmadı. Bekliyoruz. Artık ona da bir kılıf uydurmazlarsa. Her şeye şüpheyle bakıyorum artık. Kızımın katilleri ortada geziyor. Acaba para mı yedirdiler diyorum. Aklıma her şey geliyor. O vahşet sitelerini gördüm, genç kızları kesip öldürüyorlar, öyle bir şeye mi kurban gitti? Kimse bana bir açıklama yapmadığı için daha da çok kuruyorum.
Öfke cinayeti olabilir mi? Belki aralarında cinsellik yoktu, oğlan olsun diye uğraştı. Varsayım tabii bunlar...
-Her şey olabilir. Bilemiyorum ki. Tek bildiğim, kızım öldü. Öldürdüler. Kestiler biçtiler. Canı çok acıdı mı acaba? O kadar cevabını bilmediğim soru var ki.
Şimdi peki...
-Her dakika her saniye şuradan çıkacakmış gibi. Hep yatağına bakıyorum, resimlerine, elbiselerine... Evde her şey aynı ama o yok. Yapacak bir şey da yok. Bu acıyla yaşayacağız. Benim anlamadığım, delilleri yok edenler, nasıl bu toplumda dolaşıyor? Delilleri yok etmek suç değil mi? Bunun şoförü var, hizmetlileri var. Nasıl bir mantık, nasıl bir akıl? Ben normal bir vatandaşım diye mi? Varlıklı bir adam olsaydım, hemen bulunur muydu suçlular? Aklımı kaybetmek üzereyim. Bu ülkede bir küçük baklava çaldı diye cezaevine girenler oldu. Benim kızımı katlettiler, cezaevine giren yok.
Münevver Karabulut’un 1.5 yaş küçük erkek kardeşi ENVER KARABULUT
Ablamın ilk erkek arkadaşıydı
Cem Garipoğlu ile ne zaman tanıştınız?
-10 ay önce. Bir akşam Kar Dünyası’na gittik, Cem oradaydı, Münevver tanıştırdı. Çok nazikti. Münevver’le çok ilgili olduğunu görünce, tepki koydum. Ablamın daha önce hiç erkek arkadaşı olmamıştı. Bazılarına ben izin vermemiştim, bazılarını o istememişti. Ama 17 yaşındaydı. Daha ne kadar karışabilirdim? Eve gittik, zaten aynı odada kalıyorduk, sabaha kadar oturduk konuştuk. İlk erkek arkadaşı olduğu için heyecanlıydı. Ablamda daha önce görmediğim bir sevinç, bir merak vardı. İlişkilerine karışmamaya karar verdim.
Cem, ablanıza nasıl davranıyordu?
-Sevgisini gösteren şeyler vardı. Münevver onunla buluştuktan sonra eve çiçeklerle geliyordu. Cem onu görebilmek için 5 dakikalık teneffüste bile okula uğruyormuş. Kibardı. Bana da "Abi" diyordu.
Neden? Sizden büyük değil mi?
-Büyük. Ama saygı mı desem, pasiflik mi, zaten içine kapanık bir insandı. Hani ezik derler ya, onlardan. Fazla arkadaşı da yoktu. Ama parası vardı. Biz yüreğimiz koyuyorsak, o cüzdanını koyardı. Bazı şeyleri parasıyla elde etmeye çalışırdı.
Geçmişte çok kız arkadaşı olmuş mu?
-Erkek muhabbetinde öyle şeyler anlattı. Sanki artık bazı şeylere doymuş gibi bir havası vardı. Bana dedi ki "Enver, seni anlıyorum, benim de bir kız kardeşim var, ben ablana bir yanlış yapmam."
9 yaşından beri ailesinden ayrıymış, 6 dil biliyormuş...
-Kaç dil bildiğini bilmiyorum ama birden fazla olduğu kesin. Bana kendisi anlattı, "Abi" dedi "Bir sabah okula gidecektim, babam geldi beni yatağımdan kaldırdı. Hadi gidiyorsun dedi. Baba nereye dedim. Yurt dışına dedi. O günden sonra ben de oradan oraya gittim. Babam arada bir geliyordu, annemi daha da az görüyordum. Daha sonra Türkiye’ye geldim, bir kız kardeşim olmuş bana söylememişler" dedi. Tuhaf bir aile, tuhaf bir hikaye. Annesinden çok babasına yakın.
Evlenmeyi düşünüyorlar mıydı?
-Evlenmek değil de, ciddilerdi. Onlar gibi bir ikili görmemiştim. Ellerinden geldiğince beraberlerdi, oturup konuşmaktan sıkılmıyorlardı. Sürekli yemeğe çıkıyorlardı.
Nasıl olabilir bütün bunlar peki?
-İnanır mısın Ayşe abla, her saat, her dakika, her an düşünüyorum... Cevabını bulamıyorum.
NE DİYORLAR
Hürriyet yazarı YILMAZ ÖZDİL
Ölen öldüğüyle kalır
Oğlan zengin, kız fakir, ölen öldüğüyle kalır kardeşim... Yakalanmasını bırak, zamanaşımına uğradıktan sonra, gelip bedelli askerlik yaparsa bile, şaşma.
"Niye?" dersen...
Benzetmek gibi olmasın ama, Buffalo sürüsü gibi yaşıyoruz, ondan... Biri vurulup düştüğünde, şöyle bi bakıp, hiç istifimizi bozmadan yürüyüp, gidiyoruz... Hayalini kurduğumuz gelişmiş ülkelerden biri olsaydı Türkiye, "tüh, elimizden kaçırdık" diyen emniyet müdürü, bıyıklarından duvara çivilenirdi... İddia ediyorum, gidin sorun İçişleri Bakanı’na o kızın ismini bile hatırlamaz.
Rutindir çünkü...
Bak, "Münevver" koymuşlar kızcağızın adını... "Aydın kimse" demek. Aydınların kelle koltukta olduğu bir ülkede, bir aydının kellesi kesilmiş çok mu Ayşe?
Sabah yazarı HINCAL ULUÇ
Polis, ölüm sessizliğinde
Bu işin gerçekten tadı kaçtı... Aradan bunca zaman geçmesine rağmen polisin tek adım ilerleyemeyişini anlamak mümkün değil... Polis, ölüm sessizliğinde. Bir numaralı şüpheli hálá yakalanmadı, nerede olduğu da bilinmiyor, ayıp değil mi? Bu cinayet tek başına işlenecek bir suç değil, her şeyi ile ortada... Ama yakalanan, tutuklanan tek kişi yok. Öldürülen kızın kan lekelerinin bulunduğu evin ve giysilerin sahipleri dahil... Neden? Şüphelilerin bu ülkenin en zengin ailelerinden birine mensup olmaları, polisin üzerine düşen gölgeyi ve giderek yoğunlaşan dedikoduları arttırırken üstelik, duvar afişlerinde yazan "İstanbul Emniyet’te" laflarına nasıl inanacağız bu durumda?
Hürriyet yazarı MEHMET Y. YILMAZ
Kamuoyu yanıt bekliyor
Cinayeti kimin işlemiş olabileceği biliniyor ancak polis o kişiyi hálá yakalayabilmiş değil. Katil zanlısının yurtdışına kaçtığı söyleniyor. Öte yandan bugüne kadar öğrendiğimiz her şey ortaya koyuyor ki bu cinayet, zanlının tek başına işleyebileceği bir suç değil. O yaşta bir gencin böyle bir cinayeti işledikten sonra tek başına kaybolması mümkün görülmüyor. Ancak nasıl oluyorsa, cinayetin suç ortakları ortada yok. Kamuoyunun artık bir yanıt beklediğini, suçlunun ve suç ortaklarının yakalanmasını talep ettiğini bir kez daha hatırlatayım istedim.
İstanbul Emniyet Müdürü CELALETTİN CERRAH
Anne babanın dışarıda olma sebebini bana değil hakime soracaksınız!
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ı defalarca aradım. Defalarca. Artık utandım, o kadar çok. Tutturuk bir şekilde. Sürekli özel kalemine mesaj bıraktım. Çok yoğun bir gündemi olduğu için bana geri dönmesi tam 12 saat sürdü.
Hayalim, onunla uzuuun bir röportaj yapmaktı.
Bırakın röportajı, bu cinayetle ilgili beyanat bile veremeyeceğini söyledi.
"Aileyle, uzmanlarla görüşün ama polis olarak size bu konuda yardımcı olamayız" dedi. Sebebi, cinayetin hazırlık tahkikatının devam etmesiymiş. Şu an söyleyeceği herhangi bir şey davanın seyrini etkilermiş. Özel ekipler kurulmuş, polis elinden geleni yapıyormuş.
"Ama kamuoyunda farklı bir kanı var" dedim.
"Ne gibi?" dedi.
"Eğer Münevver bir aşçıbaşının kızı değil de, Sabancı, Koç gibi bir ailenin kızı olsaydı, Cem Garipoğlu çoktan yakalanırdı."
"Alakası yok" dedi,
"Bunlar bizi etkilemez!"
Çatı katı faillerini örnek verdi.
"Onları da yakalayan biz değil miydik? Eğer polisimiz, son sürat konteynerin içindeki cesedi bulmasaydı, evdeki kan izlerine ulaşılamayacaktı. Delil- melil kalmayacaktı. Biz üzerimize düşeni yaptık, gayet seri ve hızlı davrandık."
"İyi ama" dedim, "O kan izlerine rağmen, anne baba dışarıda. Neden?"
Derin bir nefes aldı ve şöyle dedi: "Onun sebebini bana değil, bir zahmet hakime soracaksınız!"
"54 gün oldu aileye bilgi verilmiyor. Neden?" dedim.
"Ekiplerimi onlara yollamadığımı nereden biliyorsunuz?" dedi.
"Çünkü onlarla konuşuyorum" dedim.
Birden şöyle tuhaf bir şey söyledi: "Kızlarını neden takip etmediklerini de söylediler mi size?"
"Nasıl yani?" dedim.
"E takip etselermiş kızlarını" dedi.
"Ama" dedim "17 yaşındaki bir kızı sürekli kontrol edemezsiniz ki!"
"Sizin kızınız olsa, kaçta eve gelmesini istersiniz? Gece erkek arkadaşının evinde geç saatlere kadar kalmasına izin verir misiniz?" gibi tuhaaaafffff ahlakçı bir muhabbete dönüştü konuşma.
Aile fazla serbest davranırsa, kızlarının bir erkek arkadaşı olmasına ses çıkarmazsa, o da onun evine girip çıkarsa, kafasının testere ile kesilmesi normalmiş manası çıkabilecek mini bir sohbet.
"Münevver’in anısına bir konser düzenlense ve geliri Emniyet güçlerine aktarılsa hoşunuza gider mi" dedim.
"Tabii ki hayır!" dedi, "Polis, failleri para alıp buluyor, derler."
İtiraf etmeliyim ki, o anda polis teşkilatının da baskı altında olduğunu hissettim.
Sonra, "Siz Dubai’desiniz değil mi?" dedi.
"Evet" dedim heyecanla, "Atlayın yarın gelin, yüz yüze konuşalım" diyecek zannettim.
Ama öyle demedi.
"Devletin telefonuyla daha uzun Dubai ile konuşamam" dedi.
"Çok haklınız, özür dilerim, bana yazsın" dedim, "Ben sizi arayayım..."
"Yok zaten bu konuda söyleyebileceğim daha fazla bir şey yok. İyi geceler!" dedi.
Ve kapattı.
İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’la, 12 saat, işte bu konuşmayı yapabilmek için beklemiştim.
Yine de kendisine teşekkür ederim, en azından telefonuma çıktı...
Cumhuriyet Savcısı FARUK ERŞEN YILMAZ
O da hakimin vicdanı
"Bu soruşturma gizli yürütülüyor. Gizlilik kararı var. Ne yazık ki hiçbir şey söyleyemem. Zaten telefonda da konuşamam" dedi. "Yanınıza geleyim" dedim. "O zaman da bilgi veremem" dedi. Ben de isyan ettim, "Siz anne babanın tutuklanmasını istediniz. Haklıydınız da. Ama hakim salıverdi." "O da hakimin vicdanı, hiçbir şey söylemem..." dedi.
Karabulut Ailesi’nin avukatı ALTAN ALTINYURT
Yapacak bir şey yok hakimin takdiri
Başladığımız yerdeyiz. Bir şüpheli var ama yakalanamıyor. Annesi- babası da serbest. Tamam kanunda, "Şu şu şartlarda tutuklanmaz" yazıyor ama çok basit suçlarda bile insanlar tutuklanıyor. Geçenlerde genç bir kız sahte kimlik çıkardı diye tutuklandı. Bu normal. Ama onun yanında refakatçi olan kadın da tutuklandı. Olayla hiç alakası yokken, sadece yanında olduğu için. Tamamen hakimin takdiri. O evde bir cinayet işleniyor. Tek şüpheli olarak da 17-18 yaşındaki Cem gösteriliyor. Kimsenin parmağının olmadığını söylemek bence doğru değil. Evi temizlemenin dışında da olaylar var, bedeni kesmesi, kafayı gitar kutusuna yerleştirmesi, sonra taşıması. Ama yapacak bir şey yok, hakim takdiri.
İlk günden beri işin peşini bırakmayan programcı MÜGE ANLI
Polisi ve yargıyı baskı altına almayalım
Lütfen polisi ve yargıyı baskı altına almayalım. Kurumlarımızı zedelemeyelim. Polisin ve yargının namus davası bu. Diğer aile "güçlü" diye, bu işin ağırdan alındığını düşünenler fena halde yanılıyor. Böyle bir şeye izin verirler mi? Polis, elinden gelen her şeyi yapıyor. Sadece bu konuyla ilgili 100’e yakın baskın yaptı, hálá yapıyor. Sayın Celalettin Cerrah, Sayın Mustafa Köse, bakanlar, milletvekilleri herkes ailenin yanında. Bir başka davamız vardı, cinayet işlemiş bir kuru temizlemeci, parası marası da yoktu, 7.5 ay kaçtı. O kuru temizlemeci nasıl kaçtı? Demek ki oluyor. Ama sonra yakalandı. Herkes müsterih olsun, Cem Gariboğlu da er ya da geç yakalanacak.
Cem Garipoğlu’nun anne ve babası neden tutuklu değil?
Suçun işlenmesinden önce ya da cinayet sırasında bir katkıları olmuşsa, suça iştirakten sorumlu tutulurlar. Ama sadece etrafı temizleyip, delilleri karartmışlarsa ve çocuklarının yerini bilip söylemiyorlarsa, Türk Ceza Kanunu’nun 283. maddesine göre ceza almazlar. (Suç işleyen bir kişiye araştırma, yakalanma, tutuklanma veya hükmün infazından kurtulması için imkan sağlayan kimse, alt soy, üst soy -yani anne, baba- eş, kardeş ise, cezaya hükmolunmaz). Özetle, kanun koyucu, bir kimseden çocuklarını ihbar etmesini ya da anne babasını ihbar etmesini beklemiyor.
Adli Tıp Enstitüsü Eski Başkanı PROF. DR. SEVİL ATASOY
Katili bulamıyorsan mağduru suçla!
Münevver Karabulut cinayetiyle ilgili siz neler söylemek istersiniz?
-Son zamanlarda sıklıkla gördüğüm bir olgu var: Katili bulamıyorsan, mağduru suçla! (Blame the victim.) İnsanlar öldürülüyor ve sonra bir nedenle, bunu hak etmişler gibi bir suçlamayla karşı karşıya kalıyorlar. Bu vakada da, ailenin neden kızlarını yakinen takip etmediği, arkadaşlarının kim olduğunu neden sorgulamadığı, katil zanlısının evine daha önce de gitmiş olduğu türünden bazı eleştiriler geliyor kulağıma.
"Bir şekilde bunu hak etmiştir!" gibi değil mi?
-Aynen. Korkunç bir yaklaşım. Eşcinsel cinayetlerinde de mesela, Allah’ın verdiği bir ceza olarak kabul ediliyor, kabahat sürekli eşcinsellere atılıyor. "Eşcinsel olmasaydı, bunlar başına gelmezdi!" Oysa ne alakası var! Münevver’in bir erkek arkadaşının olması ya da onun evine gidip geliyor olması, kafasının kesilmesini mi gerektiriyor? Daha neler!
Adli Tıp’tan gelecek raporla yeni bir şeyler çıkabilir mi ortaya?
-Bir kişiden fazla iseler ve çok yakın bir temas ya da ciddi bir boğuşma olmuşsa, tırnaklarının altında bir ya da birkaç kişinin DNA’sına rastlanabilir. Tabii ne şekilde öldüğüne dair elimizde çok daha sağlıklı bir bilgi olacak. Ben beden parçalarının konduğu gitar kutusunun ve bavulun içinden ve üstünden, ayrıca poşetlerden de faillerin parmak izine ve DNA’larına ulaşılabileceğini düşünüyorum.
Bir insanın bedenini, parçalara ayırıp bavula koyunca, sızmaz mı kan bir yerlerden? Cem Garipoğlu’nu Etiler’deki çöp kutusuna götüren arabanın kan içinde kalmış olması gerekmez mi?
-Yok hayır, daha önce kanı başka bir yerde akıtmış, drene etmiş olabilirler.
BİZDE GÜVENLİK GÖSTERMELİK
İyi de bütün her şeyi, hem kız ıokuldan alıyor, hem kesiyor, biçiyor, evi temizliyor, kanı akıtıyor, bavula koyuyor ve çöpe atıyor... Üç saat içinde! Nasıl yapıyor?
-Birden fazla insan olduğu muhakkak. Ama onların ne ölçüde bu cinayete dahil olduklarını bilmek mümkün değil. Bedeni parçalamakta kullanılan testereyi, Cem’in bizzat gidip satın aldığı söyleniyor. Demek ki yanındakiler, "Şuradan bir şey al" diyemeyeceği kadar, kendisinden üst noktada, otoritede ya da yaşta. Emir verebildiği birileri olsaydı, "Git şuradan bir testere al!" diyecekti, gidip kendisi almayacaktı.
Acemice mi sizce her şey?
-Planlanmamış. Planlanmış olsa, testere çok önce alınırdı.
Peki güvenlik kameraları meselesi...
-Her yerde bu sorun var. Çok yüksek güvenlikli zannettiğimiz televizyon ve gazete binaları mesela. Soruyorum oradaki güvenlikçilere, "Ne kadar muhafaza ediyorsunuz bu kayıtları? Bant bittiğinde başında duruyor musunuz?" Dudak uçuklatan cevaplar alıyorum. Bu olayda kasıtlı olarak silinmiştir ya da yok edilmiştir diye düşünmüyorum. Tamamen ihmaldir. Bizde bütün güvenlik önlemleri göstermelik. Gerçek bir güvenlik yok Türkiye’de.
ANNE BABA DELİLLERİ YOK EDEBİLİR
Ya yüz değiştirme operasyonu? Bunlar filmlerde izlediğimiz şeyler mi, yoksa imkan dahilinde mi?
-Başka bir yüze sahip olmadan da insanlar, bir yerde uzun yıllar kalabilirler. Kimse şüphelenmeyebilir onlardan. Hele bir başka ülkenin vatandaşıysa aynı zamanda, nerede olduğunu tespit etmeniz ve onu buraya geri getirmeniz epey zaman alır.
Üzerlerinde Münevver’in kanı bulunmasına rağmen, mahkemenin anne babayı salıvermesine ne diyeceksiniz?
-Eğer birinci dereceden bir akrabanızın -mesela çocuğunuzun- işlediği bir suçun delillerini ortadan kaldırmak için bir gayretiniz varsa, bunun cezası neredeyse yok. Bizim kanunlarımız böyle. Hiç kimse, kendi yakınlarının aleyhine delil vermeye de zorlanamaz. Ama "Birimiz tuttuk, öbürümüz kesti"yse, bunun suçu tabii ki var. Burada, anlaşılan anne ve babanın cinayete doğrudan katkısı olduğuna dair bir delil yok. İkinci senaryo da şu: Eninde sonunda çocuklarıyla irtibata geçecekleri düşünüldüğü için, bırakılmış olabilirler...
Paylaş