En az kadınların kaltak olanları kadar baştan çıkarıcı.
Numarası şu: Masum görünüşlü. Beyaz. Yumuşak. Kendi halinde. Zararsızmış gibi. Yani siz öyle zannediyorsunuz. Ben size bir şey söyleyim mi, zaten bundan korkacaksınız hayatta. ‘Bu küçük şey bana ne yapabilir ki?’ dedirten kadınlardan, yemeklerden, adamlardan, tatlılardan. Bir ısırık alıyorsun ‘hımmmm’ güzelmiş yapıyorsun. Bir ısırık daha, bir tane daha. Sonrasında, durdurabilene aşk olsun! Bütün Güneydoğu üzerinize yürüse ıh ıh giremez onunla aranıza. İşte o yüzden Şıllık ya. Her defasında gözün kararıyor, her şeyi göze alıyorsun, hep daha fazlasını istiyorsun, hep daha fazlasını istiyorsun. Ve bu aşk şöyle sonuçlanıyor:
-Yerim seni şıllık!
Tadı neye mi benziyor? İçki sofralarının son noktası, muz-bal-kaymak-ceviz tatlısıdır ya, hani yiyen duvara tırmanır, öyle bir enerji verir, işte Urfa'nın Şıllık'ı, bunun muzsuz ve dişi olanı. Milföy hamurunu açıyorsun, içine fındık ve şerbet koyuyorsun sonra kapatıyorsun, üzerine de fıstık döküyorsun. Yiyorsun ve oracıkta şıllığının kollarında can veriyorsun.
Anlaşıldı değil mi?
Urfa'ya gittik, gitmişken Şıllık yedik.
Şıllığı yemişken zılgıtı da çektik.
- O nedir agam?
- Hani halay filan çekerken, birdenbire insanlar lololololololo diye dilleriyle tuhaf sesler çıkarmaya başlarlar, sanırsınız ki ayakta orgazm olurlar, işte onun adı zılgıttır agam!
Kimse bozulmasın orgazm iyi bir şeydir, herkese tavsiye edilir.
Şıllığı yiyip, zılgıt çekmek de öyle.
İç enerjiyi boşaltır, insanı rahatlatır.
*
Geçen haftasonu kendimiz için bir güzellik yaptık.
Üç günlük bir Güneydoğu turuna çıktık.
Bir iki kişi hariç birbirini 20 yıldır tanıyan 20 arkadaş.
Bir minibüs dolduracak kadar insan, ne az ne daha fazla.
Ee ballıyız tabii, içimizden birinin de turizm acentası var (Quality Travel & Tours), organizasyonu yapan da o: Yonca Ertem. Yoksa biz nereden popomuzu kaldıracağız da Güneydoğulara keşfe gideceğiz? O yüzden Yonca'nın yaptığı başarılı organizasyona gereğinden daha fazla teşekkür etme ihtiyacı duyuyorum ya. Düştü önümüze, götürdü bizi oralara. Tabii daha farkında değil Yonca ama başına bela aldı, biz bu işin tadını aldık, daha bunun Kapadokyası vaaar, Mardin'i vaaar, Van'ı vaaar, Kaçkarlar'ı vaaar.
Urfa, Harran, GAP, Adıyaman, Nemrut, Diyarbakır ve Hasankeyf hattında heyecanlıydık. Çoğumuz görmemişiz oraları. Hababam aşiret ve ağa dizileri dayıyorlar ya önümüze, her kanalın bir ağası var ya, biz de araştırıyoruz, buraların gerçek ağası nasıl bir şey diye bakalım televizyondakilere benziyor mu diye. Şimdi bütün Türkiye'de böyle bir turizm şekli var biliyorsunuz, televizyon ağalarını, konaklarını yerinde araştırma biçiminde. Bu turizmin önündeki tek engel de, ha patladı ha patlayacak Irak savaşı, Türkiye ha katıldı, ha katılacak hali. Bu mazaret, bu bahane bizim önümüzü kesmedi tabii, biz gittik. Gezi deyip geçmeyin, ‘ağır ol molla desinler’ denilen tiplerle geziye gitmeyin. Onlar adamı hasta eder, sürekli arıza yaratırlar, oteli sevmezler, yemeği beğenmezler, tuvalete gidemezler, kabız olurlar, biz de oluyoruz ama dert etmiyoruz, onlar ederler, dırdır da ederler, öyle çıkıntılık yapacak herhangi biri yoktu yani aramızda. Aksine Nezihe gibi her şart altında gülen ve çevresini de güldüren insanlar vardı. Siz de böyle arkadaşları tercih edin, çok rahat edersiniz. Yanında bir adet Sinan ve Sami de iyi gider. Bütün gezi baştan aşağıya esprili, komik ve hafifti anlayacağınız. Tatlı tadı damağımızda kaldı.
*
Ben Urfa'ya, rahatlıkla gelin gidebilirmişim.
O ne sevgili şehirdir.
Gecesine ayrı vuruldum, gündüzüne ayrı.
Böyle bir güzellikten haberdar olmadığım, daha da ileri gidiyorum, sadece İbrahim Tatlıses'le bağlantılı bıraktığım için kendimden fevkalade utandım. Urfa, çok daha fazlası. Derin bir şehir orası. Bana Amin Maalouf'un kitaplarından pasajlar hatırlattı. Büyülü bir Doğu. Gözünü sevdiğimin Mezopotamyası. Kültürlerin anası, kültür beşiği! Bir kiç cümle de ben kursam ne olur, ölür müyüm? Beşik işte. Salla beşiği, büyüt çocuğu. Kimbilir kaç kültür, kaç medeniyet büyüttüler orada.
Kendine farklı geldiği için her gördüğü yerden etkilenen salak Batılı turistler gibi konuşmak istemiyorum ama cidden başka bir şey Urfa, Harran, yani o bölge. Diyarbakır ve Adıyaman o kadar çarpmadı mesela beni ama Urfa... Ah Urfa, ah!
Otel Edessa'da kaldık, gündüzleri kendimizi sokağa vurduk, Balıklı gölü, camileri, kaleyi, kahveleri, çarşıyı ve o güzelim avlulu evleri gezdik.
O farklı evlerde yaşanmış yaşanacak farklı hayatları hayal ettik.
Tabii şu da var, o daracık sokaklarda, o evlerde gezerken, elim sürekli aşık olduğum adamın avcundaydı, ilk defa göz göze geliyormuş gibi birbirimize hayranlıkla (ben yani) bakıyorduk, kafamıza poşular bağlıyorduk, yan yana yer sofralarında yemekler yiyorduk, dizlerimiz değiyordu, mutsuz olabilmem anlayacağınız gibi çok da mümkün değildi.
Aslında o yanımda olduğu sürece her yer Mezopotamya.
Sürekli bir öpüş kokuş hali.
Antep fıstığı yemediğim zamanlarda tabii.
Bayılırım ben o kırmızı kabuklu Antep fıstığına.
Orada meşhur Şanlıurfa fıstığı diyorlar, yemezler tabii, ne de olsa biz de Adanalıyız bizim de kebabımızı çalmaya uğraşıyorlar, şaka şaka.
Şahane rehberimiz Metin Nazlıcan, Nezihe'nin bazen Metoş'u bazen Metin Ağası, iki sıfat arasındaki kültür şoku, bütün kültürleri ve esprileri hazmetmiş müthiş bir adam, hemen cep telefonunu vereyim, işi kökünden halledeyim, Güneydoğu'ya gitme niyetiniz varsa onu bulun 0543 493 45 94, bizi hem Saray hem de Gülizar Konukevi'ne götürdü. Urfa'daki o avlulu evlere yani. E oraları da alt üst ettiğimiz söylenebilir. İstanbul'da yer sofrası vardı da biz mi yemedik? Bilmedik tabii önce o bacaklarımızı ayaklarımızı ne yapacağımızı. Sonra öğrendik, yer sofrası adabını. Davullar, türküler, halaylar, zılgıtlar, öldürücü yemekler, güzelim doğulu erkekler...
Bekle beni Urfa döneceğim!
Ama sevgilimle.
Artık haram bana başka erkekler!
HAMİŞ: Urfa, Havana'dan sonra dönmeye vadettiğim ikinci şehir. Allah sonumu hayretsin. Bakalım ikisine birden yetişebilecek miyim? Yarın nemrut Ayşe'den Nemrut Dağı'nı dinleyeceksiniz...