Paylaş
“Birkaç gün kafa dinlemek istiyormuş…”
Seviniyorum.
“Ne güzel!” diyorum.
İçimden de, “Acaba görebilir miyim?” diye geçiriyorum.
Sonra da kendimden utanıyorum.
Bir şekilde, araya sızmaya çalışıyormuşum gibi.
Sevgilim onu çok eskiden tanıyor.
Hatta Sezen’in ona hediye ettiği cevşeni 16 yıldır boynunda taşıyor.
Koptu kopacak, seloteyplerle tutturuyor, yine de boynundan eksik etmiyor.
Benim öyle bir ilişkim yok.
Sezen’i ben Sezen Aksu olarak tanıyorum, hayatımda toplasan iki ya da üç kere görmüşümdür, ama tabii her Türk gibi konserlerinde coştum, çünkü onun şarkılarıyla büyüdüm, o şarkılarla âşık oldum, acılar çektim, kendimden geçtim…
Onun şarkıları benim de kişisel tarihim.
Sizin gibi.
Her bestesi, içime işlemiş biri.
Gazeteci olarak da, 10 bin kere filan röportaj talebinde bulunmuşumdur ama vermiyor kimseye röportaj.
Ne kadar yalvardıysam, araya insanlar soktuysam da, ı-ıh olmadı...
*
“Ritz Carlton’da kalacaklar” diyor sevgilim.
Mini minnacık bir otel.
Tenisçi Federer filan kalıyor, kimsenin ruhu bile duymuyor, denizin dibinde, şeker, çok gösterişli olmayan, yeşil, keyifli bir otel.
Gül Oğuz, yönetmen, bir sürü filmde, dizide imzası var. O, ablası diş hekimi Ece ve Sezen… Bu üçlü, bin yıldır arkadaşlar.
Hele Sezen ve Gül, defalarca kız-kıza seyahatlere gitmişler. Katmandu, Londra, Paris… Birbirleriyle çocuklar gibi dalga geçiyorlar, gülüyorlar, eğleniyorlar.
*
Nereden mi biliyorum?
Geldikleri günün ertesi akşamı yemeğe çıkıyoruz.
Ben tabii heyecan yapıyorum.
Çünkü boru değil bu, Sezen Aksu.
Uzun zamandır sadece gazetelerdeki haberlerden takip ediyorum, sizin kadar biliyorum hayatındaki gelişmeleri, bir hastalık geçirdi, şimdi nasıl, iyi mi, gazetelerde gördüğüm fotoğraflardaki gibi mi, neye benziyor, aurası ne kadar parlak, siz ne kadar meraktaysanız, ben de o kadar meraktayım...
İçim pır pır ediyor.
Böyle günlerde iş de bitmez anasını satayım, Gül, Ece, Sezen ve sevgilim buluşuyorlar, ben ancak sonradan katılabiliyorum.
*
Zuma’da masaya yaklaşırken görüyorum onu.
Gülümsüyor.
Üzerinde ince askılı bir elbise, çok güzel görünüyor.
Hatta nasıl desem, yüzü ışıl ışıl.
Dese ki bana, demez de, dese ki, “Ben âşığım” anında inanırım, öyle bir güzellik gelmiş üzerine.
Kilo da vermiş.
Bunu bin kere duymuşsunuzdur, bir de benden duyun, insan Sezen Aksu’nun dudaklarından gözlerini alamıyor, Angelina Jolie’ninkiler halt etmiş, kocaman köfte gibi duruyorlar.
Pek makyaj da yok yüzünde.
Yaşsız kadın laflarıyla dalga geçiyor ama gerçek öyle.
Yaşı kaç bilmiyorum, umurumda da değil ama tevellüdüyle alakası yok.
Ve nasıl komik ve şeker bütün gece.
Fıkralar anlatıyor, espriler yapıyor.
İtiraf ediyorum, ben başta biraz zorlanıyorum adapte olmakta, çünkü o Sezen Aksu ve ben ona Sezen muamelesi yapamıyorum.
Ona uzun uzun bakmak istiyorum. Demek ki, insan gerçek bir starla karşı karşıya gelince böyle hissediyor.
Star açısından sıkıcı ama n’apim ben de onun hayranlarından biriyim.
*
Gül anlatıyor:
“Katmandu’da yürürken insanlar dükkânlardan fırlıyordu, öyle bir enerjisi, aurası var. ‘Siz diva mısınız?’ diye soruyorlardı. Tabii ki tanımadan. Nereden tanıyacaklar Allah’ın Katmandu’sunda. Sadece Katmandu’da değil, seyahat ettiğimiz başka yerlerde de geldi başımıza…”
Sezen, bu laflarla acayip eğleniyor, “Tabii tabii” diyor, “Ayar verin kendinize, masanızda bir diva oturuyor, koşun bir su getirin kendisine…”
Zerre kadar ciddiye almıyor.
Bugün Gül ve Ece güneşlenirken, Sezen iki saatte, kaşla göz arası bir beste attırıvermiş.
“Nasıl geliyor” diyorum, “O besteler…”
“Bilmiyorum Ayşecim” diyor, “Geliyorlar. Açıklaması kolay değil, sanki benden değilmiş gibi, sanki birileri bana yaptırıyormuş gibi, o sözleri, o melodileri kulağıma fısıldıyorlarmış gibi. O yüzden ‘Aaa ne güzel!’ filan denilince, üzerime bile alınamıyorum…”
Gül atlıyor, “Var ya, Sezen en acayip zamanda, en acayip yerlerde yapar besteleri. Katmandu’da arabamız arıza yaptı, dağın başında kaldık, ben saçımı başımı yoluyorum, kurda kuşa yem olacağız diye, otostop yapabilir miyiz diye bakınıyoruz, n’olur bir araba geçiversin diye dua ediyoruz, baktım seninki, minik teybini çıkarmış fısır fısır teybe şarkı okuyor…”
“Çünkü o anda geldi” diyor Sezen, “Sarı Odalar şarkısı…”
*
Hızımızı alamıyoruz, Zuma’dan Cavalli’ye gidiyoruz. Hıncahınç insan dolu. Sezen Aksu’ya bakan gözleri görüyorum, bakan bir daha bakıyor.
Tabii ki tanımıyorlar ama bakıyorlar.
O da etrafı inceliyor.
Birçok defa gittim Cavalli’ye hiç de onun gördüklerini fark edemedim, “Bak etrafına” diyor, bakıyorum, “Kadınlara bak, ne görüyorsun…”
“Dans ediyorlar…”
“Yok, hayır, bu dans değil daha fazlası” diyor.
Gerçekten de bir sürü milletten kadın, Reina gibi bir yerde, yan yana dans ediyor, bazıları belli yükseltilerin üzerinde, kendi bedenlerine dokunuyorlar, kendi kendilerine seksi figürler yapıyorlar, uzaydan ışınlanmış gibi…
“Ayol bu kadınların hepsi yalnız” diyor, “Hepsi, ‘Gör beni, fark et beni, al beni’ diye mesaj veriyor erkeklere. Ama erkeklere bak, hiç oralı bile değiller, umursamaz bir şekilde kollarını açmış, sallanıp duruyorlar. Kızlar seçilmeyi bekleyen, seçilmek için yalvaran, erkekler ise seçen konumunda. Üzücü…”
Bir kere daha fark ediyorum ki, Sezen, sadece bir şarkıcı değil, bir filozof. Yaşadığı her şeyi, okuduğu her şeyi, gördüğü her şeyi, kendi süzgecinden geçirip, bir başka şekilde ifade edebiliyor.
“Ay aynen benim gibi düşünüyor ama ben böyle anlatamıyorum!” deyiveriyorsun. Bazen, kendini aştığında çok derinlere gidiyor, bayağı derinlere, çünkü sürekli okuyor, hiçbir zaman ‘Ben artık oldum’ demiyor…
Ve sonra kalabalık olduğumuz için minibüs benzeri bir arabaya biniyoruz, Hintli şoför Sezen’i en arkaya oturtuyor, o da söyleniyor, “Diva ha! Nasıl divaysa en arkaya oturtuyorlar. Nerede o beni şımartacak şakşakçılar!”
Üç kadını otellerine bırakıyoruz, vedalaşıyoruz.
*
Eve davet etmek istiyorum ama çekiniyorum.
İki günlüğüne kafa dinlemeye gelmişler, “Bize gelin” demek, baskı yapmak gibi geliyor.
Ama içimden şu geçiyor: “Keşke eve gelse, Alya’yı tanısa…”
Sezen’in ne kadar müthiş, ne kadar kendine özgü bir kadın olduğunu konuşarak uyuyoruz sevgilimle.
Ertesi sabah başka bir güne uyanıyoruz.
Alya, kayağa başlamak istediğini söylüyor. Geçen sene korkuyordu, sınıf arkadaşları gitti, bizimki iki dersten sonra vazgeçti.
Dubai’de bir alışveriş merkezinin içinde ‘Ski Dubai’ diye bir yer var, evet kısa bir pist ama bayağı kayak öğrenebiliyorsun.
O gün önce sahilde deniz kabuğu topluyoruz, (burası da böyle sapık bir şehir) sonra sevgilim, Alya ve ben kayağa gidiyoruz. Sevgilim, “İşim olmaz, ben sizi camın arkasından izlerim” diyor.
Kasaya gidiyoruz, özel ders almak istediğimizi söylüyoruz.
“Kim alacak” diye soruyorlar, “Siz mi kızınız mı?”
“İkimiz de” diyorum, “Altı yaşındaki kızım ve ben, ikimiz de kayak bilmiyoruz, aynı hocadan ders alabilir miyiz?”
“Hay hay” diyorlar ama bıyık altından gülmeyi de ihmal etmiyorlar.
Ama Alya’ya da, bana da bilmediğimiz bir şeyi, birlikte öğrenmek çok heyecan verici geliyor.
Kıyafetleri onlar veriyor, giyerken de, karın üzerinde kaymaya çalışırken de, yere düşerken de, hocayı dinlerken de hep çok eğleniyoruz.
Bir saat özel ders alıyoruz, ikimiz de, ayıptır söylemesi gayet yetenekliyiz, adam diyor ki, “Üç ay sonra Dubai’yi terk mi ediyorsunuz, her hafta bir kere ders alın, ayrılırken bu işi iyice kıvırmış olursunuz…”
Tam dışarı çıkıyoruz, Sezen sevgilimi arıyor. Ve bana dönüyor, “Bize geliyorlar” diyor.
Neeeeeeeeeeee?
Hem çok seviniyorum hem de çok telaşlanıyorum.
*
Evde hiçbir şey yok.
Ne ikram edeceğiz?
Üstelik bu nasıl diva anlamadım, bütün starlar her yere geç gider, o 08.15 diyorsa, o saatte orada.
Bu demektir ki sadece 45 dakikamız var. Panik halde, alışveriş yapıyoruz.
“Yemeğe mi geliyorlar?” diye soruyorum sevgilime korkuyla.
“Öyle ama abartmana gerek yok, atıştıracak bir şeyler hazırlasan yeter” diyor. Ne demek abartma, ne pişireceğim 45 dakikada? O 45 dakikada poşetleri boşaltıyoruz, mumları yakıyoruz ve zırrrrrrrr kapı çalıyor.
*
Sezen yine dünya tatlısı, Alya ile tanışıyor, sohbet ediyor.
Ben o arada somonlu fettucini yapıyorum, yaşasın beğeniyorlar.
İnsan Sezen’e hizmet etmek istiyor, ama benim sevdiğim insanlara karşı böyle bir yanım var, onları rahat ettirmek, mutlu etmek istiyorum.
Aklınıza gelen her şeyden söz ediyoruz.
Bir ara Gül’ün parmağında bir yüzük görüyorum.
İki yana açılmış kartal kanadı gibi, gözlerimi alamıyorum.
Yüzük altın, kanatlar gümüş. Üç parmağa yayılıyor. Hem erkeksi hem kadınsı. Bayılıyorum.
“Sezen’in tasarımı” diyor Gül.
Bizde Hakan’ın (Gence) haberini okumuştum, takı tasarlıyor diye, ama bu kadar güzel olduklarını bilmiyordum, yakında Tiffany ve Damas’ta satışa çıkacakmış.
Müthiş bilezikleri var, altını da gümüşü de, pahalısı da ucuzu da, üzerinde de Sezen’in şarkı sözleri…
Ve nazar dualı kolyeler, modernize edilmiş cevşenler…
Gerçekten çok güzeller.
“Fikir geliyor çiziyorum, iki Ermeni ustam var, onlara yaptırıyorum” diyor. Ekliyor, “Ama sen benim evi görsen anlarsın. Alt katta her türlü malzeme var, ayakkabı da yapabilirsin, çanta da…”
Yani kadın yaratıyor, üretiyor…
Sadece müzik değil, her şey…
“Bazı insanlar kabuksuz deniz canlısı gibidir, her türlü etkiye açıktır, ben de öyleyim” diyor, “Yaratıcılık gibi algılamıyorum, çıkıyor içimden bunlar, öylesine, sevdiğim için, keyif aldığım için yapıyorum…”
*
Takılara o kadar coşku gösteriyorum ki… Gül, “Ya Sezen, dün yaptığın besteyi şu Ayşe’ye bir dinletiversene” diyor.
Böyle bir ihtimalin var olması beni sevindirik yapıyor, üstelemeye başlıyorum, “Hadi n’olur diye…”
Sezen, “O şarkı daha bitmedi, yeni albümden birkaç şey dinleteyim bari” diyor…
O arada sahneye, bizim Hımm çıkıyor, “Bu ne?” diyor, “Bizim tavşan” diyorum.
“Ay bu kulaklar ne böyle” diyor.
“Biraz orantısız büyük” diyorum.
Hımm da aksi gibi Sezen’i görünce iyice dikiyor kulakları.
Sezen kendinden geçiyor Hımm ile oynamaya başlıyor.
Ben ise yeni albümdeki şarkıları dinleyebilmek için ölüyorum.
O arada play’e basıyor.
İlk şarkı Cemal Süreya’dan bir şiir, adı ‘Sayım’.
Öldürücü güzel sözleri var…
Ay ışığında oturuyorduk
Bileğinden öptüm seni
Sonra ayakta öptüm
Dudağından öptüm seni
Kapı aralığında öptüm
Soluğundan öptüm seni
Bahçede çocuklar vardı
Çocuğundan öptüm seni
Evime götürdüm yatağımda
Kasığından öptüm seni
Başka evlerde karşılaştık
İliğinden öptüm seni
“25 yıldır deniyorum, bu şiiri bir türlü şarkı yapamadım, şimdi oldu mu emin değilim” diyor.
“Oldu mu ne kelime” diyorum, bayılıyorum, Sezen’in sesinden Cemal Süreya dinlemek bir başka hoş oluyor.
Sonra ‘Vay’ diye bir şarkı başlıyor, ardından ‘Seve Seve’ hemen arkasından ‘Ey Aşk’...
Size bir şey söyleyeyim mi? Kilitlenip kalıyorum. Ağlamaya başlıyorum. Size de haber veriyorum, müthiş bir albüm geliyor. Memleketteki onca olumsuzluğun üzerine, ilaç gibi geliyor, nasıl seviyorum, nasıl seviniyorum.
*
Artık albümlerin de tadı kaçtı.
Ya zaten single yapıyorlar ya da başında güzel bir şarkı sonrakiler vasat.
Bu dinlediğim albümde beni şaşırtan, en az eski şarkıları kadar şahane şarkıların üst üste gelmesi.
Birine bayılıyorsun, bir sonrakini dinlerken, “Ulan bu daha mı iyi yoksa?” diyorsun, hangi şarkıyı daha çok seveceğine şaşırıyorsun.
İki şeyi birden hissediyorum.
Hani çok susarsın ve su içince rahatlarsın ya, bana da öyle oluyor, resmen susamışım Sezen şarkılarına.
İkinci hissettiğimse, albümü alıp kaçmak… Kimseyi görmeden, saatlerce kendi başıma dinlemek… Beni, kendi kozama çekecek şarkı sözleri var.
Yine yapmış, yine başarmış, yine sızmış hayatımıza.
Şu an neler düşünüyorsak, neler hissediyorsak, onları nereden öğreniyorsa öğreniyor, biliyor, şarkı olarak karşımıza dayıyor.
Dinleyince, yakalanmış gibi oluyorsun, biri senin gizli düşüncelerini öğrenmiş gibi oluyorsun.
*
Bir tane bile, “Ama bunu sevmedim” dediğim şarkı duymadım. Oysa, bir önceki albümünde beni aşan şarkıları vardı.
Ha bu arada zannetmeyin ki sadece duygulandıran şarkılar var, son derece neşeli şarkılar da var. Göreceksiniz, içiniz içinize sığmayacak dinlerken.
Bütün yaz çalacak bu albüm.
Ben, “Bir daha dinleyelim, bir daha bir daha” diyorum.
Biz dinliyoruz, Sezen, Hımm ile oynuyor.
Hımm, hayatının gecesini yaşıyor.
Ben de…
Paylaş